Epikür’ün Felsefe Bahçesi: Hazcılığın Dayanılmaz Hafifliği

Efe Salihoğlu
15 min readMay 3, 2021

Bir filozof düşünün ki kendinden önceki filozofların birçoğundan daha fazla eser vermiş olmasına rağmen (üç yüze yakın) bu eserlerden yalnızca birkaçını (az sayıda fragman ve mektuplar) insanlık tarihine bırakabilmiş olsun. Epikür (MÖ 341–271) böylesi bir bahtsızlığa uğramış, felsefe tarihinin önemli isimlerdendir. Onun hakkında öğrendiklerimizin birçoğunu meşhur tarihçi Diogenes Laertios’a borçluyuz. Laertios’un; Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri isimli eserinde başlı başına bir kitap ayırdığı iki isimden biridir Epikür, onuncu ve son kitabın tamamı ona ve fikirlerine ayrılmıştır. Yazar, bu kitapta Epikür’ün mektuplarına ve son kısımda onun temel düşüncelerini içeren bir doksai*ye yer vermiştir.

  • *Doksai: Antik dönemde yaşamış düşünürlerin görüşlerini, yaşamlarını toplayan yapıtlara verilen isim.

Bu eserde, kendisine başlı başına bir kitap ayrılan ikinci ve son isim Platon (İÖ 427–347)’dur. Yazar, Platon ile ilgili bilgileri de eserin üçüncü kitabında aktarır.

Sizlere bu yazıda büyük oranda Laertios’un bizlere aktardıklarından hareketle Epikür’ün ahlâk felsefisinden bahsetmek istiyorum. Tabiî bu arada bilgiyi nasıl temellendirdiğini anlamak için de filozofun bilgi kuramına kısa bir bakış atacağız.

Uyarı Amaçlı Ön Bilgi: Bu yazıda Laertios‘un kitabından aktarılan pasajların tamamı Epikür’e ait ifadeleri içerir.

Bir Atom Olarak Ruh

Epikür’ün bilgiyi temellendirme yöntemi hakkında hiçbir şey bilmiyor olsak dahi onu anlamak için Platon’a bakmamız yeterli olacaktır. Platon’u çok sevdiğinden ya da onun öğretilerini büyük oranda felsefesine katmasından dolayı değil; o, ne söylemişse Epikür tam tersini söylediği için bu yönteme başvurabiliriz.

Yani Platon’un bilgi kuramını ‘’P’’ olarak kabul edersek Epikür’ün bilgi kuramını ‘’P değil, P olmayan’’ olarak formülleştirebiliriz.

Epikür, dış dünyadaki nesnelerin kaynağını Platonvâri bir tavırla öyle aşkın bir dünyada vesaire aramaz. Dış dünyayı anlamak istiyorsak kanatlanıp ‘’İdealar Alemi’’ne uçmamıza gerek yoktur, duyularımız bize mutlak gerçeği vermektedirler. Kendimiz hakkında fikir edinmek içinse duygularımıza bakmamız yeterli olacaktır. Siz de gayet maddeci bir öğretiyle karşı karşıya olduğumuzu fark etmişsinizdir sanırım.

Filozof, duyularımızın hâlihazırda bize mutlak gerçeği verdikleri konusunda epey net konuşur. ‘’Epey net konuşur.’’ derken aslında pek de öznel davranmadığımı ifade etmek isterim. Zira Epikür’e göre duyularımız, kendi başlarınayken yanılmazdırlar çünkü onlara yanlış akıl yürütmeler, çeşitli hayaller vesaire karışmamıştır. Yani kısacası Epikür’e göre ‘’Saf duyu yanılmaz!’’

Tabiî burada muhtemelen sizin de aklınıza ‘’Ama Epikür amca, su dolu bardağa kaşığı koyduğumuzda kaşığı kırık görüyo…’’ gelecektir ki cümleyi tamamlamadan Epikür yüzümüze bir sille indirir. Ona göre bizi yanıltan şey, duyularımız değil; duyularımızın bize sunduklarına karşılık gelen yargılarımızdır. Evet, der Epikür, bardaktaki kaşık bize kırıkmış gibi görünür çünkü duyularımız bize nesnenin o andaki imgesini aktarırlar. Fakat biz akıl yürütebilen varlıklar olarak onun kırık olmadığını bilebiliriz. Lafı ‘’Gördüğümüz imge gerçektir fakat kaşığın gerçekten de kırık olduğunu düşünürsek aklımızdan şüphe etmemiz gerekir!’’ demeye getirir.

Tabiî bu akıl yürütmelerin bizi her zaman mutlak doğruya getirmediğini Epikür’ün kendine ait şu sözlerinden anlayabiliriz:

‘’Güneş’in ve öteki yıldızların büyüklüğü bize göre göründüğü kadardır.

… nitekim, hiçbir uzaklık, parlaklığın kaybolmaya başladığı uzaklık kadar bununla orantılı değildir.’’

(Laertios, X. Kitap, Pythokles’e Mektup-1968.)

İşte, Epikür’e göre görünüş bu kadar gerçektir. Filozof, hayata o denli maddeci bakmaktadır ki ruhun dahi atomlardan meydana geldiğini söylemekte hiç tereddüt etmez. Bedenden bağımsız bir ruh anlayışı söz konusu dahi değildir. Kısacası nasıl bedenden evvel ruhun bir hayatı yoksa bedenden sonra da herhangi bir hayatı olmayacaktır.

Ha, bu arada, Epikür’ün Tanrıların varlığını kabul ettiğini söylemiş miydim?

Evet, hayata bu denli maddeci bakan filozofumuz fizikî olarak insan biçimindeki Tanrıların varlığını kabul eder fakat onların insanlarla işi olmadığını ve insanî duygulanımlara sahip olamayacaklarını söyler. Epikür’ün tanrının varlığı konusunda neden bu kadar ısrarcı olduğu konusunda çeşitli teoriler, dedikodular vardır fakat bu yazıda onlara girmek lüzumsuz olacaktır. En iyisi yavaş yavaş filozofun ahlâk felsefesine doğru yol alalım.

Ufak bir dedikoduyu vermeden geçemedim: Epikür’ün, tanrıların varlığını kabul etmemesinin başına çok iş açacağını bildiğinden resmin dışına çıkmamayı yeğledi düşünülür. (Biz öyle duyduk.)

Epicurus: The British Museum, London

Nitelikli Haz, Nitelikli Yaşam

Her şeyden evvel söylememiz gerekir ki Epikür kendi çağındaki birçok filozof gibi felsefenin pratik faydasına inanır. Pratikte insana yol göstermeyen, hayatına etki etmeyen bir felsefeyi, felsefeden saymaz. Bu anlayış, onun adeta hayatın her alanına (bilgi, siyaset, ontoloji, ahlâk vb.) sirayet eden bir felsefe ortaya koymasını sağlamıştır. Sanırım Platon’la tek ortak noktası da budur.

Epikür’ün İlk Çağ ‘’hazcı’’larından biri olduğunu söylersek yanlış bir ifade kullanmış olmayız. Tabiî Epikür bizlere hazzın peşinde koşmamızı öğütlemez zira insanın acıdan kaçıp hazzın peşine gitmesinin bizatihi duygularımız tarafından bize zaten sürekli olarak hissettirildiğini söyler. Yani istesek de istemesek de eylemlerimiz ve düşüncelerimizle acıdan kaçmaya gayret gösteririz. Hatta içgüdüsel birçok davranışımız da buna göre şekillenmiştir.

Dolayısıyla onun ahlâk öğretisi acıdan nasıl uzak durabileceğimiz ve peşinden gitmemiz gereken hazların niteliğiyle ilgilidir. Mutluluğa erişmek için şarap içip dansöz mü oynatmalıyız, Uzak Doğu’ya giderek hazzı içsel doğamızda mı aramalıyız yoksa günümüzde birçok insanın yaptığı gibi şehirden kaçıp birkaç kuzu ve tavuk alarak köy hayatına mı dönmeliyiz gibi soruların cevaplarını yaklaşık 2300 yıl evvel geliştirdiği bir öğreti yoluyla aramıştır. Onun öğretisine şöyle bir göz attığımızda, Kirene Okulu’nun kurucusu Aristippos (İÖ 435–356)’un hazcılığıyla Sokrates (İÖ 499–369)’in eudaimonizminin bir karmasını görür gibi oluruz.

Filozofumuz adeta, Aristippos’un niceliksel haz öğretisiyle felsefenin üç atlısının (Sokrates, Platon, Aristoteles) bireyin, akıl ve erdemle kendini reforme etmesine dayalı olan mutluluk öğretisini birleştirir.

Aristoteles’te en muhkem şeklini alan bu öğreti hakkında bilgi edinmek isterseniz şu yazıya göz atabilirsiniz:

Eudaimonia: Aristoteles’e Göre Kişisel Mutluluk

Yok kardeşim, ben yazı falan okuyamam diyenler için adı geçen öğretilerin özlerine çok küçük bir şekilde değinmek isterim:

Aristippos ve Kirene Okulu’nun diğer temsilcileri; en yalın anlamda, önemli olanın şu anki haz olduğunu, en yüksek iyinin de kişinin şimdide tattığı kendi hazzı olduğunu savunmuşlardır. Sokrates, Platon ve Aristoteles üçlüsü ise anlık değil, yaşamın tamamına ve hatta yaşam sonrasına yayılmış bir hazzın ancak ve ancak en yüksek iyi olabileceğini savunmuştur.

Başlarım Anlatacağınız Felsefeye!

Epikür’ün; okul hocalarının, Hesiodos’un metinlerindeki ‘’kaos’’un anlamını açıklayamadıkları için onları küçümseyerek felsefe yoluna girdiği söylenir. Neyse ki hocalarına kızıp, Kadir İnanır gibi ‘’Atom fiziğine de profesörlüğe de lanet olsun ama öğreneceğim: kumarbazlığı, itliği, hergeleliği !’’ dememiş de bize de ardında güzel bir öğreti bırakabilmiş.

Her neyse, ortamı soğuttuğumuza göre devam edelim.

Ayrıca kendisinin, hem Platon’un hem Aristippos’un öğretileriyle bir hayli haşır neşir olduğu ve Demokritos’un atomcu görüşlerini okuduktan sonra ‘’Felsefe benim işim!’’ diyerek bu yola girdiği bilgisine de sahibiz.

Felsefeye on iki yaşında başlayan Epikür, yeterince piştiğini düşünmüş olacak ki otuz iki yaşında, seksen minaya satın aldığı meşhur Bahçe (Képos)’sinde dersler vermeye başlamıştır. Tabiî bahçe deyince aklınıza Hasan Sabbah’ın, fedailerine gözlerini açtırdığı cennetin gölgesi gibi debdebeli bir bahçe gelmesin. Epikür’ün bahçesi, Atina yakınlarında bulunan (Platon’un okuluna da bir hayli yakındır) zamanına göre mütevazı sayılabilecek bir evin bahçesidir.

Akademia’nın bulunduğu alanın günümüzdeki hâli

Anlatılanlara göre bu bahçe, Platon’un Akademia’sından bir hayli farklıdır. Örneğin Platon’un okulu ciddi ve resmî bir programa sahiptir oysa Epikür’ün okulu tam anlamıyla bir sohbet ortamından müteşekkildir. Epikür’ün okulunda arka bahçede top oynayabilirsiniz ancak Platon’un okulunda muhtemelen o top, son gördüğünüz top olurdu.

  • Bu Bahçe’de geçen meşhur sohbetlerin zamanla Epikür’ün derslerine dönüşmesi sebebiyle buraya ‘’okul’’ adını verdiğimizi söyleyebiliriz. Nitekim işin başında, Epikür’ün Platon ya da Aristoteles gibi bir okul kurup ders vermek gibi bir amacı olmadığı bellidir.

Diğer taraftan, birçoğumuzun bildiği gibi Platon’un okulunun girişinde ‘’Geometri bilmeyen giremez.’’ yazılıyken Epikür’ün okulunda:

‘’Yabancı, burada iyi hissedeceksin! Burada en yüce iyi olan haz vardır.’’

yazdığı rivayet edilir.

Platon’un Akademisi’ne girişinde yazdığı gibi yalnızca geometri bilmeyenler değil kadınlar da kati surette girememişlerdir, Platon buna hiçbir dönemde izin vermemiştir. Onun döneminde yaşayan felsefe düşkünü bir kadın olan Lasthénie’nin, Platon’u dinleyebilmek için erkek kılığına girdiği ve gizlice erkek dinleyicilerin arasına karıştığı söylenir.

Epikür’ün okulunun kapıları ise sınıf ve cinsiyet gözetmeksizin herkese açıktır. Adeta ‘’Gel, gel, ne olursan ol yine gel/İster Platoncu, ister aristokrat, ister köle ol yine gel/Bizim dergâhımız, hazzın membasıdır!’’ demek gelir insanın içinden. Epikür’ün dostluğa, samimiyete ve malların ortaklığına bir hayli önem veriyor olmasının bu durum üzerinde büyük bir etkisi vardır. Laeirtos da onun herkese eşsiz bir duygu yüceliği gösterdiğini söyler ve ekler:

‘’Memleketi, onu bronz heykellerle onurlandırdı, dostlarının sayısı o kadar çoktu ki, kentlerin tümüyle ölçülemiyordu bile…

…ana babasına duyduğu gönül borcu, kardeşlerine karşı iyiliği, vasiyetinden ve onun yanında felsefe çalışanlardan anlaşıldığı üzere, kölelerine karşı yumuşaklığı ve genel olarak herkese karşı insanca tutumu!

…bahçede son derece basit ve uyumlu biçimde yaşıyorlardı.’’ (Laertios, X. Kitap, 1841–1842, YKY)

İçimizdeki Düşman: Arzular

Ona göre insan hayatına iki kral hükmeder: haz ve acı. Bunların egemenliği öylesine güçlüdür ki diğer duygular onların sönük birer kopyası gibidirler. Epikür’e göre insan, bu iki kraldan biri olan acıdan kurtulup hazza ulaşabildiği müddetçe mutlu olacaktır. İnsan için en yüksek iyi hiçbir şeyi arzulamama durumudur ki bu, hazzın en üst sınırıdır zira arzu etmeyen insan yokluk ve acı hissetmez. Ancak böyle bir durum biz ölümlüler için pek de mümkün değildir zira yemek, içmek gibi istekler hem doğal hem de zorunlu bir niteliğe sahiptirler. Bunları durdurmaya çalışmak, görmezden gelmek insanda daha fazla acıya ve yoksunluk duygusuna yol açar. Tam da bu noktada Epikür, bir ayrıma giderek insanın üç türlü arzuya sahip olduğunu belirtir:

  1. Hem doğal hem zorunlu arzular: Yemek, içmek
  2. Doğal ancak zorunlu olmayan arzular: Cinsellik.
  3. Ne doğal ne de zorunlu arzular: Lüks, şan, şöhret, makam, zenginlik isteği.

Epikür’e göre birinci durumdaki arzular, karşılanmadıkları müddetçe insanda yoğun bir yoksunluk duygusunun ortaya çıkmasına sebep olurlar ve bizi hem fizyolojik hem de zihinsel olarak rahatsız ederler. Kişi, bu rahatsızlıktan kurtulduğunda hazza ulaşır ancak bunu yaparken mutlaka ölçülü davranması gerekir. Acıktığımızda ölçüsüz bir şekilde yediğimiz yemek bizi son derece rahatsız ettiği gibi bu arzular gerekli olanın ötesinde çok çeşitli yiyecek ve şatafatla karşılandığında, insan gereksiz şeylerin kölesi olmaya başlar. Hissettiği her arzu sonucunda daha iyi yemekler isteyeceğinden tatminsiz bir hayata gark olur.

Epikür için bu noktada basiret ve hikmet sahibi bir insanın fark etmesi gereken esas nokta şudur: Bu tür arzular aslında çok da çaba harcamadan, makul bir şekilde karşılanabilirler. Giderilmesi bu kadar kolay olan arzular için onca şatafata gerek yoktur.

“Bana bir kap peynir yolla ki canım çekince sefa süreyim!” derken anlatmak istediği şey de tam olarak budur. Bir yanda şarap diğer yanda muhtelif yemekler ve göz dolduran süslemelerle donatılmış bir masa olmadan da insan pekâlâ açlık duygusunu bastırabilir.

Yoksunluktan ileri gelen acıyı ortadan kaldıran yalın tatlar da zengin bir sofrayla aynı hazzı verir: ‘’Ekmekle su, aç birinin ağzında en büyük hazzı verir.’’

(Laertios, X. Kitap, 2032, YKY)

Üçüncü maddede yer alan lüks, zenginlik, makam isteği gibi ne doğal ne de zorunlu olan arzularımız ise insanın dengesini ve huzurunu bozarak onu, aslında iyi bir hayat için hiç de gerekli olmayan şeylerin kölesi yapar. Zira bu tür gerekli olmayan arzular hiçbir zaman tam olarak tatmin edilemezler, daima doyumsuz kalırlar ve insanın kısır bir döngü içinde acı çekmesine sebep olurlar. Çok fazla para daha fazla para isteğine, çok fazla şöhret daha fazla şöhret isteğine, çok fazla lüks daha fazla lüks isteğine gebedir.

Bu noktada, bu durumu çok iyi açıkladığını düşündüğüm Arthur Schopenhauer (1788–1860)’a ait bir sözü paylaşmak isterim:

‘’Keza ne doymaz bir varlıktır insan! Ulaştığı her tatmin yeni bir arzunun tohumudur, dolayısıyla onun ebediyen doyurulamaz arzularının sonu yoktur.’’ (Schopenhauer, Hayatın Anlamı, s. 68, Say Yayınları)

En Yüksek İyi: Haz

Epikür’ün öğretisinde hazzın da iki türü vardır: statik ve dinamik. Statik hazlar; zihinsel sükûnete, ruhun dinginliğine işaret eden kalıcı hazlardır. Dinamik hazlar ise daha yoğun hissedilen fakat gelip geçici olan, anlık hazları tanımlarlar.

Benzer bir ayrım ve tanımlama Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik’inde de bulunur. Aristoteles için statik hazlar Tanrı’nın kendini düşünmesi sayesinde ortaya çıkan hazlardır.

Epikür’ü anlamak için kendimize şu soruyu sormamız gerekir: ‘’Hangi hazlar, bir insan olarak benim için daha iyidir? Çok güzel sofralarda yemekler yemek, en güzel erkek/kadınlarla ilişki yaşamak, diğer insanların zorunlu olarak saygı duyduğu biri olmak mı; yoksa kendi becerilerimle bir şeyi tamir edebilmek/zanaat sahibi olmak, insan, doğa ve türlü etkinlikler üzerine kafa yormak/üretmek, sahici ve hakiki dostluklara sahip olmak mı?

Epikür’ün cevabı hiç şüphesiz ikinci seçenekte saydıklarımız olacaktır. Ona göre bu tür hazlar (statik) hayatın geneline yayılarak insana uzun süreli bir tatmin duygusu sağlarlar. Zihni çalıştırmak, bir zihinsel etkinlik sonucu başarıya ulaşmak ve diğer insanlarla sahici ilişkiler kurmak statik hazların; yeni aldığım bambu yatakta uyumak, Nusret’te Hardal Soslu Dallas Steak yerken güzel bir erkek/kadınla sohbet etmem ve futbol maçında tuttuğum takımın galip gelmesi dinamik hazların konusudurlar.

Örneklerde de görüldüğü gibi dinamik hazlar bizlere yoğun ve oldukça şiddetli bir hazzı anlık olarak sunabilirlerken etkileri çok kısa sürede yok olmaktadır. Aynı zamanda bu tür olaylar belli bir sınıra dayandıklarında artık tatmin duygusuna katkı sağlayamamaktadırlar. Örneğin ilk gün uyandığınızda kendinizi çok iyi hissettiğiniz o bambu yatak, ikinci ayın sonunda gayet sıradan bir yatak hissi vermeye başlayacaktır. Nusret’te yediğiniz Hardal Soslu Dallas Steak’ın tadı her yiyişinizde daha sıradan hâle gelecektir. Takımı ilk defa şampiyon olan bir takımın taraftarıyla takımı iki yılda bir şampiyon olan taraftarın şampiyonluk kutlamalarından alacağız haz aynı değildir. Oysa bir roman yazarının yazdığı güzel bir roman ona ömür boyu tatmin sağlayacaktır. İnsanlığa bırakabildiği bu nitelikli armağanın verdiği haz, zamanla azalmaktan ziyade zaman içinde ona daha büyük bir dayanak hâline gelecektir. Çoğumuz; yıllar evvel doğru ışıkla, doğru açıdan çektiğimiz bir fotoğrafa baktığımızda hâlâ çok güzel duygulara kapılmıyor muyuz?

Tabiî bu arada dinamik hazların tamamen kötü, hicap duyulması gereken, tu kaka olduklarını söylemez ancak bu tür hazların peşinde koşmak kişiyi mutluluktan ziyade, tatminsizliğe, doyumsuzluğa ve acıya götürecektir. Zira insan sürekli lüksün, şöhretin, şehvetin, gücün vb. peşinden koşsa ve hatta onları elde etse dahi asla gerçek bir doyum noktasına ulaşamayacaktır.

“Birbirini izleyen içki ve şölen sofraları, oğlanlarla ve kadınlarla yaşanan cinsel ilişkiler, balıklar ve zengin bir sofrada sunulan daha ne varsa işte bütün bunların verdiği hazlar, yaşamı zevkli kılmaz; yaşamı zevkli kılan, seçilmesi ve kaçınılması gereken her şeyin nedenini araştıran, insan ruhunu büyük kargaşaya sokacak yanlış sanıları kaldırıp atan ölçülü bir muhakemedir. Bütün bunların başı ve en büyük iyi, sağduyudur: Bu nedenle, sağduyu felsefeden bile değerlidir; bütün öteki erdemler bundan kaynaklanır…’’ (Laertios, X. Kitap, 2034, YKY)

Ataraxia ve Autarkeia

Epikür’e göre aklını doğru yönde kullanmayan, dinamik hazları hayatının merkezine alan insan, Eudamonia*ya ulaşamayacak, anlık hazların peşinde ömrünü heba edecektir. (*Eudamonia: Buradaki anlamıyla refah, hayata yayılan mutluluk.)

Epikür’ün eudamonia*yı iki bileşene bağlar: Ataraxia ve Autarkeia.

Ataraxia, ancak ve ancak insanın zihnî yönden bir sükûnet, dinginlik içinde olması ve fiziken de sağlıklı olması sonucunda ortaya çıkan bir hâldir. Auarkeia ise bireyin kendi kendine yetebilmesini ve kendi yazgısını eline almasını ifade eder. Aklını doğru yönde kullanamayan bir insan mutluluğu ve hazzı dışarıda, maddî olan her şeyde, diğer insanların onaylarında, takdirlerinde, müdürünün vereceği terfide, maaşına yapılacak olan ay sonu zammında arar. Peki, sürekli bir şeylerin peşinde oradan oraya koşup debelenen insan ve kendini belirleme anlamında özerk olamayan, başkalarına mutlak anlamda bağımlı hâle gelmiş birisi gerçek anlamda mutluluğa nasıl ulaşabilir? Bizlere sürekli olarak rekabetin pompalandığı, bir peynirin dahi zibilyon çeşidinin sunulduğu, neredeyse her ay elimizdeki ürünlerden çok daha iyilerinin piyasaya sunulduğu, mutluluğun çikolata kaplı dondurmadan alınan ısırığa indirgendiği bir dünyada insan sükûnete, dinginliğe nasıl erişebilir? Epikür’ün yüzyıllar öncesinden gelen cevabını klasik mantık benzeri bir formatta şöyle ifade edebiliriz:

İnsan ancak sade, makul ve ölçülü alışkanlıklar edinirse mutlu olabilir.

Neyin makul olup olmadığını belirleyecek olan basirete de ancak akıl yoluyla ulaşabilir.

O hâlde akıl, insanın mutluluğa giden yoldaki en önemli rehberidir.

Kısacası: Sağduyu = Eudaimonia = Auterkia+Ataraxia

En Yüksek Kötü: Ölüm Korkusu

Yukarıdaki formülün bir yönüyle eksik kaldığını belirtmem gerekiyor. Zira Epikür, insanların ölümden ve ölüm sonrasındaki cezalandırılmadan bir hayli korktukları için yaşamlarını kötü yaşayıp onu yok yere heba ettiklerini söyler. İnsanoğlundaki bu ölüm korkusu, diğer insanlara karşı daima kendini koruma hissiyatına sebep olmaktadır. Bunun sonucunda da kendini emniyete alma isteği dolayısıyla insanlar arası akıl almaz bir rekabet ortaya çıkmaktadır. Herkes bir diğerinden üstün olabilmek; daha şöhretli, daha zengin kısacası her açıdan daha güçlü olabilmek için çabalar. Aksi takdirde ötekiler tarafından kafasının ezilmeyeceğinden asla emin olamaz!

Tüm bunları elde ettiğindeyse yeni bir korku ortaya çıkar: sahip olduğu her şeyi kaybetme korkusu. İnsan, maddî ve manevî kazanımlarına öyle bir sarılır ki bu kazanımlar daima onunla olsun ister. Hatta ölüm sonrasında dahi bunların yine kendisinde kalacağına dair birtakım hikâyelere inandırır kendini. Oysa Epikür, insanların birçoğunun yaşam ve ölüm konularında yanıldıklarını söyler:

‘’Çünkü çoğunluğun tanrılarla ilgili söyledikleri doğru kavramlara değil, yanlış varsayımlara dayanır…

…Ölümün bizim için hiçbir şey olmadığı düşüncesine kendini alıştır çünkü iyilik ve kötülük duyularla vardır, ölüm ise duyulardan yoksun olmaktır. Böylece, ölümün bizim için hiçbir şey olmadığı düşüncesi -ki doğrusu da budur- ölümlü yaşamı keyifli kılar, ona sonsuz bir zaman eklemek yani sürekli var olacağını düşünmek değil; ölümsüzlük özlemini ortadan kaldırmak insanı mutlu kılar.

… Buna göre ölüm ne yaşayanları ilgilendirir ne de ölüleri, çünkü yaşayanlar için ölüm yoktur, ölüler ise zaten yoktur.’’ (Laertios, X. Kitap, 2023–2024, YKY)

Epikür tarafından sürekli şekilde vurgulanan bir diğer nokta, yaşamın sona ermesinden korkmanın son derece anlamsız olduğudur. Gerçekleştiğinde bana herhangi bir kötülüğü dokunmayacak bir şey için şimdiden açı çekiyor olmam ne kadar anlamsızsa sürekli onu bekleyerek bütün günlerimi heba ediyor olmam da o kadar anlamsızdır. Ölümden sonrası için ise söyleyeceği çok bir şeyi yoktur filozofumuzun zira o, ruhun bedenle birlikte ortadan kalkacağına inanır ve bizi buradan başka bir hayatın beklemediğini düşünür. Nasıl ki ruhun bedenden önce bir varlığı yoksa ölümden sonra da olmayacaktır: ‘’Ölüm bizim için hiçbir şeydir çünkü dağılmış olan bedenin duyarlığı yoktur; duyarlığı olmayan şey de bizim için hiçbir şeydir.’’ (Laertios, X. Kitap, Temel Görüşler, 2046, YKY)

‘’Memento Mori’’ Epikür’ün ölümünden sonra öğrencileri ölümlülüğün simgesi olarak kuru kafa sembolünü kullanmışlardır. Vermek istedikleri mesaj şudur: Bundan sonra bir hayatın yok, sahip olduğun tek hayatın tadını çıkar!

Epikür’ün bilge insanı; sorgulanmamış, akılsızca, erdemsiz, namusa aykırı olarak sürdürülmüş bir hayattan azâde olan ve ne yaşamı evetlemekten ne de ölümden korkan kişidir.

O hâlde formülümüzün son hâline ulaştık demektir:

Sağduyu= Eudaimonia= (Auterkia+Ataraxia) — Ölüm Korkusu

Son Sözler

Epikür’e göre yaşam mekanik bir işleyişe sahiptir fakat o, özgür iradenin varlığını da reddetmez. Bu çelişkiyi ‘’Sapma’’ adı verilen bir teoriyle aşmaya çalışır ki teorinin özünde, atomlar arasında birtakım rastlantısal hareketlerin de olabileceği kabulü vardır.

Ona göre insanı belirleyen şey, yaptığı seçimlerdir. Bir insan ne kadar akla uygun yaşıyorsa o kadar az iştaha, tamahkârlığa sahip olacaktır. Sade, tamahkârlıktan uzak ve hakiki dostluklarla kurulu bir hayat insanı daima iyiye götürecektir. Arzularımız, isteklerimiz ne denli basitse tatmin edilmeleri de o kadar basit olacaktır. Asla elde edemeyeceği şeylerin peşinde koşarak hayatı çekilmez ve zor kılan insanın kendisidir. Hayat, yapılan seçimlere göre zor ya da son derece basittir.

Anlık bir acı, gelecekte insanı mutlu edebilecekken anlık bir haz da insanın geleceğini mahvedebilir. Bunlara basit birer örnek vermemiz gerekirse kişinin geçirdiği önemli bir acılı ameliyat onu gelecekte sağlıklı kılabilecekken, anlık olarak yoğun bir hazla oynadığı kumar geleceğini mahvedebilir. Bu yüzden kişi, basiretini ve sağduyusunu geliştirerek hazların ve acıların dengesini doğru kurmak zorundadır.

Epikür insanlara, tüm bunları öğütlerken gayet samimidir zira bahçesinde, öğütlediği gibi bir hayat sürdüğünü Laertios sayesinde pek iyi biliyoruz. Dolayısıyla onun, birçok kişide bulamadığımız ‘’inandığı gibi yaşama’’ erdemine erişebildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Epikür’ün öğretisi, ahiret inancına sahip olmayan bir insan için pek tatminkâr olabilir. Hatıralarımızın, duygulanımlarımızın ve eylemlerimizin hiç olacağı bir son için, bu denli kaygılanmaya gerçekten de değmeyecektir, ölüm sonrası için de endişelenmeye, anlarımı onu düşünerek geçirmeme gerek yoktur. Böyle bir kişi, Sartre’ın Akıl Çağı isimli eserinde yazdığı gibi düşünür: “Bir hiç için bir sürü gürültü.” (Özgürlük Yolları 1 — Akıl Çağı, Can Yayınları, s. 436)

Ancak kişi bir ahiret inancına sahipse attığı her adımda öte dünyayı ve dolayısıyla ölüm gerçeğini düşünmek ve buna göre hareket etmek zorundadır. Zira bu dünyada ekilen tohumların meyvesi öte dünyada alınacaktır. Epikür’ün öğretisinin gayet materyalist bir temel üzerine oturduğunu düşündüğümüzde iki dünya görüşünün bu tür hususlarda uzlaşamamaları gayet normal görünmektedir.

Son olarak ölüm korkusu konusunda şunu eklemekte fayda var: ‘’Ben varsam ölüm, ölüm varsa ben yokum.’’ sözü elbette doğrudur fakat birçok insanın hâlihazırda ölümün kendisinden değil, ölüm sürecinden korktuğunu da belirtmemiz gerekir. Bu yüzden herkes ‘’Umarım uykumdayken sessizce can veririm.’’ temennisini sıklıkla dile getirir. Epikür de on dört gün hasta yattıktan sonra böbrek taşı sebebiyle (a.g.e, 1850) hayatını kaybetmiştir, ölümün kendisi değil belki fakat ölümü bekleyiş onun için de pek sancılı olmuştur.

Ölüm döşeğinde İdomeneus’a yazdığı mektup şu şekildedir:

“Aynı zamanda ömrümün son günü olan bu mutlu günde sana bu satırları yazıyorum. İdrar zorluğu ve dizanteri sancıları yakamı bırakmadığı gibi, hiç hafiflemiyor da. Ama geçmişteki sohbetlerimizin anısıyla sevinen ruhum bütün bu acılara dayanıyor. Delikanlılığından beri bana ve felsefeye karşı duyduğun yakınlığa yakışır biçimde Metrodoros’un çocuklarıyla ilgilen!”

(Laertios, X. Kitap, Temel Görüşler, 1849–1858 YKY)

Yine Laertios’un aktardığına göre Epikür’ün son cümlesi buydu:

“Elveda, öğretilerimi unutmayın!’’

Şahsen onun vasiyetine katkıda bulunmakla onur duyduğumu belirtmek isterim. İnsanlık tarihine; tek bir varlığa zarar vermeden, ötekiler yaratmadan, kan dökmeden, fikirleri yoz ve sığ ideolojilerle boğmadan insanlığa hür fikirleriyle hizmet etmiş her bireye sonsuz minnet duygularımı Epikür’ün şahsında sunmak isterim.

İyi ki varlar!

Şimdilik düşüncenin, fikrin, hürriyetin güzelliğiyle kalınız, başka yazılarda görüşmek dileği ve sevgi, hürmetle; esen kalınız. Başka yazılarda görüşmek dileğiyle…

Helenistik dönemin bir diğer büyük ekolü Stoacılar hakkında yazılarım için şöyle gidebilirsiniz:

- Mutsuzluğun İmkânsızlığı: Stoa Felsefesi ve İçsel Huzur

- Stoacılık: Köleden İmparatora Uzanan Felsefe

Bu arada Epikür ile Stoacı filozoflar arasında yoğun bir rekabet olduğunu da belirtmek gerekir. İki taraf da birbirinden pek hazzetmez.

--

--