Değerlerin Sonsuz Rölativisti: Friedrich Nietzsche
(Bu tanımlama S. Zweig’a aittir.)
Bu yazıda; gözünü budaktan sakınmayan, rölativizmi hayatının mihrakına yerleştiren, şimdiyle olan bağlantısını felsefesinin kudretiyle yitiren Nietzsche’nin, geleneksel ve klasikleşmiş ahlâka dair yorumlarını, itirazlarını ve bunların yerini almasını şart koştuğu etik anlayışını aktarmaya çalışacağım.
Hür Filozof
Nietzsche’nin felsefesini genel mâhiyetiyle daha önceki yazılarımda kaleme almıştım. Okuyanlar görmüşlerdir fakat burada tekrar hatırlatmak istiyorum: Nietzsche nihilist bir düşünür değildir; o, geleneksel ahlâkın, insanlığı nihilizme götüreceğini ve bunun engellenmesi gerektiğini savunan bir düşünürdür. Bu bilgiyi hatırlatma sebebim: Anlı şanlı birçok felsefe dergisinde ve muhtelif bilgi kaynaklarında Nietzsche’nin nihilizmin yılmaz savunucuları arasında gösterilmesidir. Bu yanlıştır, Nietzsche için nihilizm bir ideâl değil, mevcut düzenin sonucudur.
Etik felsefesini de bu yönde inşa eden Nietzsche’nin gayesi, yerleşmiş olan çarpık ahlâk anlayışının kökenlerini tespit etmek, buradan hareketle mevcut değerlerin bozukluğunu gözler önüne sermek ve bu değerlerin yol açacağı türlü yıkıcı sonuçların önünü alabilmektedir. Nietzsche bunun için muhkem temellere sahip bir etik ortaya koymak ister. Tıpkı Üstinsan felsefesinde olduğu gibi yeni ve özgün bir etik ortaya koymak ister: Üstinsan’a yaraşır, hınç ve nefretten azâde, asil bir ahlâk.
O, bu hedefine ulaşabilmek için evvelâ Musevilikten başlayarak onu temel alan Hristiyanlığa ve modern ahlâkçılara sert eleştiriler getirir. Nietzsche’nin eleştirilerinin en şedit olanlarına Hristiyanlık maruz kalır zirâ ona göre Hristiyanlık, köle ahlâkının en saf temsilidir. Hristiyanlığı hedef tahtasına koyan Nietzsche, dinin ortadan kalkmasıyla birlikte büyük boşlukların doğacağını kabul eder ancak bu boşlukların yerine öylesine sağlam ilkeler getirilecektir ki tüm insanlığın gözünde yeni ufuklar belirecektir. Şen Bilim kitabında ‘’Tanrı öldü!’’ ifadesine yer veren filozof, Tanrı’nın ölümüyle insanlığın nihilizme sürüklenebileceğini ve bunun önlenmesi gerektiğini belirterek zırhını bürünür ve sarsılmaz felsefesini ortaya koyar.
Ahlâkın Temelleri: Efendi ve Köle
Nietzsche, yerleşik ahlâkın tarihî kökenlerinin nereden geldiğini araştırarak işe başlar. Zirâ ona göre yerleşik ahlâk, insanların birtakım politik ve psikolojik sorunlarına çözüm bulmak ya da onlara birtakım cevaplar getirmek amacıyla vücuda getirilmiştir. Nietzsche, bu ahlâkın tarihî kökenlerini bulursa temel problemlerini de tespit edeceği fikrinden hareketle jeneolojik (soy bilimi anlamına gelmektedir) bir arayışa girer: iyi, kötü, sevap, günah, yasak, doğru, yanlış tüm bunlar nereden gelmektedir; bunların mâhiyetini belirleyen şeyler nelerdir?
‘’İnsanoğlu hangi koşullar altında yaratmıştı bu iyi ve kötü değer yargılarını?’’
F. Nietzsche, Ahlâkın Soy Kütüğü, Kabalcı Yay., s. 9
Çoğumuzun âşina olduğu Ahlâkın Soy Kütüğü isimli eseri tüm bu soruların cevaplarını içerir. Nietzsche’nin entelektüel bir kavrayış ve araştırma ile ulaşmış olduğu cevapları, kısa bir biçimde toparlarsak karşımıza şöyle bir sonuç çıkar: insanların tarihî dönemlerde efendi ve köle olarak ayrıştıkları, bu ayrışmanın sonucunda da birtakım ahlâkî anlayışların tecessüm ettiğini görürüz. Bu ayrışmanın temelinde de hepimizin tahmin edebileceği üzere güç kavramı yer almaktadır: güçlü olanlar efendi iken zayıf olanlar köledirler. Efendiler nüfuz sahibi, asil, zengin iken; köleler düşkün, varlıksız ve umutsuzlardır. Eğer mevcut ahlâk, bu iki sınıftan köleler tarafından belirlenmişse bu ahlâk zayıf, güçsüz, içeriksiz bir mahiyete; sağlıklı, asil, güçlü efendiler tarafında belirlenmişse bu ahlâk nitelikli bir yapıya sahip olacaktır.
Nietzsche Antik Çağ’da ilk olarak efendi ahlâkın hüküm sürdüğünü ve değer yargılarının asil, kudret sahibi, nüfuzlu insanlar tarafından belirlendiğini tespit eder. Bu insanlar tarafından belirlenen ve aristokratik ruha sahip olan bu ahlâkın da onu ortaya koyanlar gibi ‘’iyi’’ sıfatına yaraştığını belirtir. Tarihî süreçte, efendilerinin ahlâkî ve sosyal alandaki bu egemenliğine âdeta başkaldıran köleler, hınç ve nefret dolu ruhlarıyla asillerin yerleşik düzenlerini yıkmak isterler. Nietzsche’ye göre bunların başında Musevîler gelmektedir. Onlar, âdeta sefilliği, perişanlığı, acı çekmeyi, çileciliği birer erdem mertebesine yükselterek kendilerini efendilerine karşı üstün kılmaya çalışmışlardır. Musevîliğin esaslarını belirleyenler, bir sürü gibi hareket ederek egemenliği ele geçirmiş ve efendilerine karşı besledikleri nefretle onları değersizleştirmişlerdir. Artık kıymetli olan şeyler: çilecilik, yoksulluk, dünyanın geçiciliği, kendinden olmayana hayır deme gibi erdem mertebesine yükseltilen değerlerdir.
Efendilerin sahip olduğu yücelik, ruhsal imtiyaz, zekâ, soyluluk gibi nitelikler artık hor görülmeliydiler; Nietzsche’ye göre bu tutum tam olarak kölelerin, kendilerini efendileriyle eşitleme ihtiyacının bir yansımasıdır. Örneğin soyluluğun lanetlenmesi gerektiğini söyleyen köleler, asla sahip olamayacakları bir niteliği böylece değersizleştirmişlerdir. Düşkünlere yardım edilmesi gerektiğini belirten köle ahlâkı kendine yeni gelir kapıları elde etmiştir. Kendinden olmayana hayır diyerek efendilerin tüm imtiyazlarını ellerinden almışlardır. Tüm bu örnekler onların güçsüzlüklerinin bir ahlâka dönüşmesinin göstergeleridirler.
Nietzsche Musevîliğin bu mirasını Hristiyanlığın üstlendiğini belirterek köle ahlâkının esas yansımalarının tam olarak Hristiyanlık öğretisinde teşekkül ettiğini belirtir. İsa tarafından şekillendirilen öğretilerde bu dünyanın değersizliği, gelip geçiciliği öne çıkarılmış, esas olanın öte dünya olduğu belirtililerek asillerin sahip olduğu zenginliğin aslında hiçbir değerinin olmadığı vurgulanmıştır. Bu dünyada çile çekmenin, sefâletin pozitif anlamları olduğu ve bunların insanı Tanrı katına yaklaştıracağı gibi söylemlerle kölelerin değerleri yüceltilmiştir.
‘’Kendi kendilerinin acımasız yargıcı olan katı dindar insanlar, aynı zamanda kötülüklerin çoğunun insanlığın kendisine atfetmişlerdir, günahları kendine ve erdemleri başkasına ayıran bir aziz hiç gelmemiştir dünyaya.’’
Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca-1, İş Bankası Kültür Yay., s. 314
Hristiyanlık aynı zamanda eşitliğe güçlü bir vurgu yaparak güçlü olanı âdeta alt etmek istemiştir. Bunu yaparken çok çeşitli yollara başvurmuş; günah, cehennem, sonsuz acı gibi türlü kavramlarla korkuyu bir araç olarak kullanmıştır. Nietzsche için tüm bunlar, uydurulan hikâyeler yoluyla tedrici bir şekilde tüm insanlığın kalbine işlenmiştir. O, eşitliğe vurgu yapan tüm ideolojilerin köle ahlâkının ve hatta Hristiyanlığın eş değeri olduklarını belirtmiştir. Nietzsche’nin balyoz darbelerinden Aydınlanmacı ahlâk anlayışı, Budizm, Liberalizm, Sosyalizm gibi çok çeşitli ideoloji ve öğretiler de nasiplerini almışlardır. Nietzsche’ye göre sürekli olarak eşitliği vurgulayan bu tür öğretiler, doğa durumuna aykırıdırlar ve doğanın özüne ihânet etmektedirler. Doğada, mutlak bir eşitliğin asla olmadığını belirten Nietzsche, nasıl ki aslanın bir ceylanı yemesi tuhaf karşılanmıyorsa Üstinsanların da yeri geldiğinde zayıflara merhamet göstermemesinin tuhaf karşılanmaması gerektiğini belirtir. Bertrand Russell, Nietzsche’nin bu görüşlerinden hareketle onun için şöyle söyler: ‘’Nietzsche için bütün bir ulusun sefaleti, büyük bir bireyin ızdırabından daha az önemlidir. Yeryüzünün efendileri olacak uluslararası bir egemen ırk ister.’’ (Batı Felsefesi Tarihi Cilt 3, s. 473).
‘’Genel olarak inanılması koşuluyla, gündelik Hristiyan zavallı bir figürdür, gerçekten üçe kadar sayamayan bir insandır ve ayrıca tam da zihinsel açıdan cezai ehliyete sahip olmayışı yüzünden, Hristiyanlığın ona müjdelediği gibi katı bir biçimde cezalandırılmayı da hak etmemiştir.’’
F. Nietzsche, İnsanca Pek İnsanca-1, İş Bankası Kültür Yay., s. 93
Nietzsche, adeta bir baba figürü olarak nitelediği Schopenhauer’dan (Eğitimci Olarak Schopenhauer, Say Yay., s.18) Spinoza’ya, John Stuart Mill’e kadar birçok filozofu hedef tahtasına koyar. Schopenhauer’un Budizm’i ve Hristiyanlığın çileci yönünü övmesini ağır bir şekilde eleştirir.
Schopenhauer’a ‘’metafizik postuna bürünmüş bir leopar’’ yakıştırmasını yapar; Spinoza, onun gözünde bir münzevî maskarasıdır, John Stuart Mill’i ise kalın kafalı olmakla suçlar (Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi Cilt 3, Alfa Yay, s.471).
Yerleşik Ahlâkın İlgası ve Üstİnsan’ın İnşası
Klasik ve modern ahlâkın insanlara sürekli olarak bir şeyler buyurduğunu, baskıcı bir tavırla onlardan bir şeyler talep ettiğini ve bu taleplerin son derece absürt ve yersiz olduğunu belirten Nietzsche bu anlayışların insanın kendini gerçekleştirmesini engellediğini defaatle vurgulamıştır. Ona göre, yerleşik ahlâkın isteklerini karşılamayan insanlar; hayatı olumsuzlamakta, öz benliklerine karşı yabancılaştıktça ve âdeta kendilerine karşı tiksinti duymaktadırlar. Oysa Nietzsche, hayatın olumlanması gerektiğini ve insanın var olan bütün potansiyelini kullanarak olanca gücüyle mücâdele etmesi gerektiğini belirtir. Yerleşik ahlâk ise insanların bu hayattan soğutarak, onların köşelerine sinmelerine sebep olarak kendilerini geliştirmelerini, entelektüel zekâlarını kullanmalarını, fizikî kapasitelerini ortaya koymalarını, duygularını açığa vurmalarını ve hatta cinsellik gibi çok temel ihtiyaçlarını karşılamalarını dahi engellemektedir. Tüm bu engellemeler, insanların gerçek potansiyellerini ortaya koymalarına ket vurmaktadır. Nietzsche açısından bu engellemeler âdeta Üstinsan’a giden yolu kapamakta ve insanlığı nihilizme sürüklemektedir.
… insana duyulan korku ile birlikte, ona olan sevgiyi, hürmeti, umudu,
ve evet, ona olan istenci de yitirdik. İnsana bakmak yoruyor
artık, bugün nihilizm bu değilse başka nedir ki? İnsan
yorgunuyuz…F. Nietzsche, Ahlâkın Soy Kütüğü, Kabalcı Yay., s. 34
Mevcut insanın, Üstinsan’a giden yolda üstlenmesi gereken görevler vardır, bu görevlerin yerine getirilmesi ise mevcut ahlâk yasaları ile mümkün değildir. Nietzsche; insanların kendilerini geliştirmelerini, disipline etmelerini, tüm yaşantılara açık olmalarını, kapasitelerini sonuna kadar kullanmalarını sağlayacak bir ahlâkî anlayışı keşfetme yoluna gider. Bu yeni anlayışa göre insanlar, dinin zorbalıklarından, çileciliğinden; gelenekselciliğin bağnaz kurallarından kurtularak yaşamı olduğu gibi kabul etmelidirler. Nietzsche, meşhur ‘’amor fati’’ (kaderini sev) öğretisiyle insanların, hayatı olumlamalarını ve ona evet demelerini ister. Zirâ Nietzsche’ye göre bu aynı zamanda yaşamın sonsuz çemberini yani bengi dönüşü de olumlamak olacaktır. Bu olumlamalar ve kabuller, insana benliğini tanıma, kendini bilme, sınırlarını keşfetme ve tüm genel kabulleri sorgulama imkânı tanıyacaktır. İnsan, kendinden memnun olana dek bu ebedî döngü içinde kendini yineleyecek ve soyluluğa giden yolun önünü açacaktır.
İşte, Üstinsan ancak böyle tecessüm edebilecektir: kendini bilen, kendine karşı dürüst, diğerleriyle arasına mesafe koyabilen, yaşantılara açık, bilge, saygıdeğer, gururlu ve iyi huylu insan!
Diğer Notlar
Nietzsche, köle ahlâkını sert biçimde eleştirirken efendi ahlâkını da kabul etmemiştir (ki böyle olsaydı yeni bir ahlâkî düzene ihtiyacımız olduğunu defaatle belirtmezdi). O, zaman zaman köle ahlâkını dahi öven ifadelere (insanın özüne bir bakış atmasını sağlaması) yer vermiş, objektif bir gözlemle her iki ahlâk düzeninin jeneolojik açıdan karakterlerini ortaya koymuştur. Efendi ahlâkına dair temel eleştirilerini okuyamamızın sebebinin yakalanmış olduğu amansız hastalık olduğu söylenebilir. Son on yılını derin bir sükût içinde geçiren filozof, düşüncelerini tamamlayamadan dünyaya veda etmiştir. Kanaatimce genel kabullerin her birine darbeler indiren Nietzsche’nin balyozundan efendi ahlâkının nasiplenmemesi pek de mümkün değildir.
İnsan batıl inançtan ve dinden kaynaklanan kavramların ve korkuların dışına çıktığında ve örneğin artık sevgili küçük meleğe ya da ilk günaha inanmadığında, ruhların kurtuluşundan söz etmeyi de unuttuğunda, kesinlikle çok yüksek bir kültür aşamasına ulaşmış olacaktır.
F. Nietzsche İnsanca Pek İnsanca 1, İş Bankası Kültür Yay., s.18
Dileyenler, bu yazıyla alâkadar videoyu YouTube kanalımın üzerinden izleyebilirler:
Şimdilik düşüncenin, fikrin, hürriyetin güzelliğiyle kalınız efendim, başka yazılarda görüşmek dileğiyle; sevgi ve hürmet ile.
Diğer Yazılarım:
- Bir Talebe, Bir Öğretmen: Nietzsche ve Schopenhauer
- Mutsuzluğun İmkânsızlığı: Stoa Felsefesi ve İçsel Huzur
- Ölümün Doğurduğu Adam: Michel de Montaigne
- Jean-Jacques Rousseau: Toplum Sözleşmesi, Ütopya ve Dönüşüm
- Yerleşik Ahlâka Balyoz Darbeleri: Friedrich Nietzsche
- Platon: İdeâl Devlet, İdeâl Cemiyet ve İdeâl İnsana Bir Bakış
- Bir Başka Filozof: Arthur Schopenhauer
- Diyojen’in Hocası Antisthenes ve Kinik Okulu
- Sadeliğin, Yalnızlığın Kutsallığı: Diyojen
- İdea’lleri Olan Büyük Filozof: Platon
- Eudaimonia: Aristoteles’e Göre Kişisel Mutluluk
- Bir Vâzife Olarak Ahlâk: Immanuel Kant
- Münzevînin Sığınağı: Yalnızlık
- Stoacılık: Köleden İmparatora Uzanan Felsefe -1
- İnsan Neden Boyun Eğer: Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (Etienne de La Boétie)
- Bir Kişilik Ödünlemesi: Irkçılık
- Spinoza’nın Tanrısı
- Felsefeye Giriş Yapmak İsteyenlere Naçizane Bir Rehber, Kitap Önerileri
- Jean-Jacques Rousseau: Meczupluk ve Dâhilik Arasında Bir Yaşam-1
- Felsefe Ahmaklık Mıdır?
- Aydınlanma Hakkında Bir Deneme: Kant’ın Işığında
- Akıllı İnsan Hipotezi: Ön Yargı
- Modern Dünyanın Putları: Irk, Kan ve Toprak
- Friedrich Nietzsche: Tanrı’nın Ölümü ve Üstinsan (Übermencsh) Felsefesi
- ‘’Sapere Aude!’’: Bilmeye Cesaret Et!
- Elvedâ Çürük Elmalar: Felsefenin Gücü
- Filozofça Ölmek: Boethius