Mutsuzluğun İmkânsızlığı: Stoa Felsefesi ve İçsel Huzur

Efe Salihoğlu
14 min readFeb 21, 2021

‘’Herkes kendi hatası yüzünden mutsuz olursa insanlık iyi bir durumda demektir.’’ -Seneca, Ahlâk Mektupları, s. 244

Merhabalar. Daha evvel Stoa felsefesi hakkında bir yazı kaleme almıştım. İlgili yazıya şuradan ulaşabilirsiniz. Bu yazıyı ise hem onun devamı hem de onun genişletilmiş bir versiyonu olarak görebilirsiniz.

Bütün güzel şeyler gibi berbat şeylerin de uçucu olduğu bu dünyaya, aklı esas alarak açıklama, anlam yükleme gayreti gösteren her düşünürün, düşüncenin kıymetli olduğu ön kabulüyle ve bu zor günlerde bize ışık tutmaları maksadıyla Stoacı filozofların fikirlerini anladığımca açıklamaya gayret göstereceğim.

Elan gözleri ve aklı burada olan herkese keyifli okumalar dilerim.

Dileyenler bu yazının anlatımına YouTube kanalımdan ulaşabilirler:

Tarihe Kuş Bakışı

Direkt konuya girmezden evvel Stoa felsefesinin hangi şartlarda vücuda geldiğini bilmenin fayda sağlayacağı kanısındayım. Tabiî bunun için antik dünyaya uzun bir yolculuk yapmamız gerekir ki ben, sizleri bu yolculuğa çıkarmayacağım. Yalnız şöyle bir seyreylemekte fayda var: Stoa öğretisinin köklerinde Sokrates’in yer aldığını bilmek bizler için önemli. Hatırlayacağınız gibi Sokrates (ve tabii sofistler) felsefeyi doğadan alıp insan doğasına yöneltmiştir. Şöyle ki: Sokrates öncesi filozoflar, ‘’Arkhe (ilk madde, cevher, ilk sebep, öz…) nedir?’’ sorusuna cevap aramaktaydılar.

İlk cevap Thales’ten gelmişti: su. Ardından Anaksimandros, Anaksimenes ve sırasıyla diğer filozoflar bu soruyu kendi fikirleri nispetinde cevaplamışlardır. Sokrates ise bu sorunun sorulması için çok erken olduğunu, insanın kendini tanımadan, bilmeden başka şeylere yönelmemesi gerektiğini belirterek adeta felsefenin yönünü değiştirmiştir. Bundandır ki hemen bütün felsefe tarihi anlatıları ‘’Sokrates öncesi ve Sokrates sonrası’’ olmak üzere tarihi ikiye bölmektedirler.

Gerek Nietzsche gerek Francis Cornford, Sokrates’i bu konuna muhkem bir şekilde eleştirmiştir ki Sokrates bu konuda günümüzde hâlâ eleştiriler almaktadır. İyi mi etmiştir, kötü mü etmiştir bu bizim konumuz olmadığından buraları hızlıca geçelim.

İşte Stoacılar, Sokrates’in açtığı bu yolu takip ederek ‘’iyi yaşam nedir, nasıl yaşamalıyız, erdem nedir, mutluluk nedir, nasıl mutlu olunur…’’ gibi doğrudan, insan ve doğasıyla alâkalı sorulara cevap arayan birkaç ekolden biridir.

Kıbrıslı Zenon (İÖ 334–262)

Önder

Stoacılık, İÖ 3. yüzyılın ilk yarısında Kıbrıslı (Citiumlu) Zenon tarafından kurulmuştur. Zenon, bir gemi kazasında elinde olan tüm malı mülkü kaybedip memlekete dönünce tedaviyi felsefede arıyor. Anlatılana göre Ksenofon’dan Sokrates’i okuyunca pek etkileniyor ve daha sonra Kiniklere merak sarıyor. Felsefenin kendisine iyi geldiğini gören Zenon, bu öğretileri bir güzel harmanlayıp antik dönemde ‘’Stoa’’ adı verilen üstü açık kemerli yollarda öğrencilerini toplayarak dersler vermeye başlıyor.

Bir ‘’Stoa’’ Çizimi

Sokrates’in öğretisiyle yine onun düşüncelerinden etkilenmiş ve gayet etkili olmuş Kiniklerin öğretilerini harmanlayıp bir orta yol bulan bu öğreti, pek meşhur olarak Roma dünyasına kadar sıçrıyor ki zaten en önemli temsilcileri de bu dönemde yetişiyor. Bizler için de bir köleden imparatora kadar geniş bir skalayı etkilemiş olan bu felsefenin içeriğine geçme zamanı gelmiştir (Bu öğretilerden erdem öğretisine diğer yazımda yer verdiğim için burada değinmeyeceğim.)

Sırayla En Önemli Üç Stoacı: Sürgün Seneca, Topal Köle Epiktetos, İmparator Aurelius

Roma İmparatoruna, Topal Bir Köleyi Takip Ettiren Kadim Öğreti

Stoacı filozoflar aslında felsefenin hemen her konusuyla; akılla, doğayla, ideal yönetimle uğraştılar ama ahlâka yoğunlaştılar. Onlar mutluluğu, toplumsal düzende değil kişinin iç dünyasında aramaya çabaladılar. Tabiî bunu Kinikler kadar toplumdan kopuk bir hâlde yapmadılar. Stoa felsefesinin temelleri bireyin kendine yetebilmesi, kendine hakimiyeti ve bu şekilde erdemli bir hayat sürmesi üzerine inşa edilmiştir. Bu inşa faaliyeti o denli sağlam olmuştur ki döneminin en güçlü imparatoru olan Aurelius, sahibi tarafından topal bırakılan bir köleyi (Epiktetos) kendine önder olarak belirlemiş ve hemen tüm yazılarında ondan övgüyle bahsetmiştir.

Stoacılar, evreni tanrıyla iç içe açıklamışlardır. (Bu görüşeleri, Spinoza üzerinde bir hayli etkili olmuştur.) Doğa ya da evren dediğimiz şeyin her yerinde, tanrısal akıl buluruz.

Bu akıl öylesine yücedir ki bir zerreden bir galaksiye kadar her yere yayılmıştır. Aynı zamanda bu akıl, şaşmaz bir biçimde tüm olup biteni yönetmektedir. Her şey mutlak bir biçimde önceden belirlenmiş olan bu akılsal yasalara göre işlemektedir. Neyse ki biz insanoğlu, evrendeki bu neden-sonuç ilişkilerini kısıtlı akıllarımızla görebilecek kadar mahirizdir.

Şöyle güzel bir kaba bol miktarda kadercilik, iki yemek kaşığı panteizm, e biraz da materyalizm eklerseniz Stoa öğretisine göz kırpabilirsiniz.

Peki bu mutlaklıkta bize düşen şey nedir? Her şey belirlenmişse ve hiçbir şeyi değiştiremeyeceksek neden dünyaya gök taşı dahi düşse perdeyi kapatıp yatmayalım ki?

Aslında bunun cevabı bilindik ve basit. Bu cevap, özgür irade problemini dinlediğimiz hemen her yerde karşımıza çıkıyor: İnsanın görevi kötü olanla mücadele etmek ve iyiye yönelmeye çabalamaktır; bu, tek başına zaten insanın kaderidir. Dolayısıyla nasıl ki otomobilimizle giderken önümüze bir duvar çıktığında direksiyonu düz tutmak yerine yola doğru kırıyorsak bu varoluş mücadelesinde de etkin olmak bizatihi senin kaderindir, demeye getiriyor Stoacılar. E tabiî entelektüel olarak sıradan insan olmaktan çıkıp biraz üstlere doğru yol almamızı istemiyor da değiller hani.

‘’İnsan, insanlığının da üzerine çıkmadıkça ne değersiz bir şey.’’ [1]

Pekala eğer öyleyse insanın mücadelesinin sınırları nedir? Neyle baş edebilir, neyle edemeyiz? Bu soruların cevabı aslında Stoa felsefenin en önemli öğretilerinden birine zemin hazırlıyor. Şöyle diyor Epiktetos:

‘’Mutluluk ve özgürlük, bir tek ilkenin açık seçik anlaşılmasıyla başlar: Bazı şeyleri kontrol edebiliriz, bazı şeyleri kontrol edemeyiz.’’ [2]

Evet, bu kadar basit. Kontrol edebildiğimiz şeyler içsel sebepler iken kontrol edemediğimiz şeyler dışsal sebeplerdir. Buradaki dışsal ve içsel sebepleri iyi anlamamız, öğretiyi de iyi temellendirmemizi sağlayacaktır.

Dışsal sebepler deyince aklımıza evrenin fizikî kuralları, doğa olayları, bizim dışımızda gelişen çeşitli felâketler gibi örnekler gelmelidir. Stoacılar, insanın bu gibi dışsal etkenlerle gerek fizikî gerek akılsal olarak mücadele etmesinin beyhude olmaktan öte akılsızca olduğunu vurgulamaktadırlar. Hatta bunu hem dışımızdaki doğaya hem insanın kendi doğasına bir ihanet olarak görmektedirler.

Böyle bir mücadeleye girişen insan kendi doğasına ihanet etmektedir çünkü akla uygun davranmamaktadır. Arzularına yenik düşerek insan doğasının temelinde yer alan, onu diğer varlıklardan ayırt eden en önemli kavrama yani aklına sırtını dönmektedir. Bu ilkeyi biraz daha somut hâle getirebilmek adına küçük bir örnek vermek isterim:

Gayet sıradan bir günde işe gitmek için aracınıza binip yola koyuldunuz. Dar ve köhne yollardan kurtulup tam kendimi otobana attım derken sizden iki kilometre ötede gerçekleşen elim bir trafik kazası sonucunda trafiğin tıkandığını fark ettiniz ve istemsizce ayağınızı frene atıp aracınızı durdunuz. Ekipler olay yerindedir ve yapılması gereken her şey yapılmaktadır.

Bu durumda temelde iki şekilde davranabilirsiniz:

  1. Sakince aracınızda oturup trafiğin açılmasını bekler, farklı şeylerle ilgilenirsiniz.
  2. Önce içinizden söylenmeye başlar, ardından söylenmeleri okkalı sövgüye çevirir son olarak da aracınızdan inerek bu sövgülerinizi halka arz edersiniz.

Sizce bu durumda doğru olan nedir?

Aklıselim birçok insan birinci maddenin daha doğru olacağını söyleyecektir ki Stoacılar elbette birinci seçeneği tercih edeceklerdir. Bize burada gerekli olansa hangi seçeneği seçtiklerinden ziyade o seçeneğe hangi sebeplerle yöneldikleridir.

Stoacı filozoflar bizlere, birinci seçeneğin akla daha uygun olduğunu söyleyeceklerdir çünkü trafiğin tıkanması, tamamen bizden bağımsız bir sebep dolayısıyla meydana gelmiştir. Bu durumun meydana gelmesinde bizim en ufak bir katkımız dahi yoktur. Bunun yanında eğer metafizik bazı güçlerimiz yoksa var olan durumu değiştirmeye de gücümüz yetmeyecektir.

‘’İnsanları üzen hadiseler değildir, onlar hakkında sahip oldukları düşüncelerdir.’’ [3]

O hâlde bu duruma hiddetlenmenin akılla olan ilişkisi nedir? Kendimizi parçalamamız neye yarayacaktır? Her iki sorunun da cevabı ‘’Koca bir hiç.’’ olacaktır. Benzer durumlarda akla uygun davranmak Stoacılar için aynı zamanda insan doğasına da uygun davranmaktır.

Buradan şöyle bir sonuca varırlar: Gücün dahilinde olmayan, kontrol edemediğin şeyler hakkında endişelenmek, üzülmek, hiddetlenmek akılsızlıktır. Gerçekleştirmeye gücün yetiyorsa zaten istediğin zaman o şeyi gerçekleştirebileceksindir ya da istemediğin bir şeyse engel olabileceksindir. Bunun için de huzursuzluğa kapılmaya lüzum yoktur.

Olayların birçoğu senin dışında gerçekleşmektedir, bunun farkına var. Olayların gidişatıyla senin olaylara bakış açın arasında hiçbir bağ yoktur. Olaylara bakış açın yalnızca senin duygularını etkileyebilir, başka hiçbir şeyi değil. O hâlde olaylar hakkındaki düşüncelerini değiştirirsen sen, sen değişirsen de hayatın değişir.

Gelin kendimize şöyle soralım: Benim mutluluğum dışsal etkenlere bağlıysa mı benim için daha iyidir yoksa içsel etkenlere mi? Soruyu örnekle genişletelim: Örneğin çok lüks bir arabam, iyi bir şöhretim, iyi bir maddî durumum, iyi bir cinsel hayatımın olması gibi şeyler mi yoksa tüm bunlardan bağımsız tamamen içsel bir sebeple mi mutlu olmam daha tercih edilesidir?

Herhalde ikincisi daha tercih edilesidir zira diğerlerini en küçük bir talihsizlik sonucu kaybedebilirim. Toplumsal normlara aykırı yaptığım herhangi bir davranış şöhretimi, kötü bir kaza sonucu arabamı, yanlış bir yatırım sonrası tüm paramı, bir sağlık problemi sonucu cinsel gücümü kaybedebilirim. Bunlar çok kırılgan ve hassas sebeplerdir. Mutluluğum da bunlara bağlı olduğu sürece aynı şeyler mutluluğum için de geçerli olacaktır.

Aynı zamanda Stoacılara göre içsel huzura dayalı bir mutluluğu elde etmek, tüm bunları (para, şöhret, şan, makam) elde etmekten çok daha kolaydır. Tek bir ilkeyi işe koşmak yeterlidir: Arzularına, duygularına değil; aklına uygun davranmak, düşüncelerinin sana değil senin, düşüncelerine hükmetmen.

‘’Düşünceleriniz ne ise hayatınız da odur, hayatınızın gidişini değiştirmek istiyorsanız düşüncelerinizi değiştirin.’’ - Marcus Aurelius

Arthur Schopenhauer (1788–1860)

İstemeyi Kontrol Etmek

İsteme kavramına felsefe tarihinde en fazla ket vurmaya çalışan filozof şüphesiz ki Schopenhauer’dur. Hatta başyapıtının adı ‘’İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya’’dır ki acılarımızın temelinde bu ‘’isteme’’ kavramının olduğunu bu eserinde defaatle belirtir. Schopenhauer’a göre arzularımız nihayetsizdir buna karşın dünyada bu arzularımızın çoğunu tatmin etme imkânından mahrumuzdur. Böyle bir imkâna sahip olsak dahi (tüm arzularımızı tatmin edebilme) tatmin edilen her ihtiyacın yerine yenisi yerleşir. Son kertede yerleşecek bir arzu kalmadıysa can sıkıntısı gibi bir dertle karşı karşıya kalırız ki bu, insanı her türlü kötülüğe sürükleyebilir.

Schopenhauer’un şu cümlesi aklıma kazılıdır:

‘’Keza ne doymaz bir varlıktır insan! Ulaştığı her tatmin yeni bir arzunun tohumudur, dolayısıyla onun ebediyen doyurulamaz arzularının sonu yoktur.’’ [4]

Stoacılar da benzer bir düşüncenin üzerine kurarlar felsefelerini: Sıradan bir insan, zamanının çoğunu arzu ettiği şeyleri düşünmekle ve onlara ulaşmasını sağlayacak türlü araçlarla geçirir. Zamanla o araçların kölesi hâline gelir.

Bu köleliğin bir meyvesi olarak o şeye ulaştığında ise artık o her ne ise eski değerini yitirir ve hemen yerini başka bir şeye bırakır. İnsan, artık bütün çabasını yeni arzusuna yöneltecektir. Bu da insanı içinden çıkılmaz bir döngüye sokacaktır. Peki ne yapmalı?

Epiktetos şöyle söyler:

‘’Eğer aradığınız şey özgürlük ise hiçbir şey arzu etmeyin ve başkalarına dayalı her şeyden uzak durun, yoksa her zaman yardım edilemez bir köle olarak kalırsınız.’’ [5]

Peki hiçbir şey arzu etmemek gerçekten elimizde midir? İnsan salt akıldan oluşan bir varlık mıdır? Elbette ki değildir. O hâlde arzu etmeyi tam anlamıyla bırakamıyorsam ne yapmam gerekir?

Sanırım, işe elimizdekilerle yetinmeyi bilmekle ve kendimize olan hâkimiyetimizi geliştirmekle başlayabiliriz ki ‘’kendine hâkimiyet’’ kavramı Stoa felsefesinde önemli bir yer tutar.

Eğer sürekli arzularsam mutluluğu ve huzuru dışarıda aramış olurum. Oysa Stoacıların her biri bizlere ’Dışsal etkenlerden etkilenmemeyi, onlara karşı kayıtsız kalmayı öğren. Mutluluk ve huzur dediğin şeyi beyhude yere dışarıda arayıp duruyorsun, onlar senin düşüncende var oluyor ve daima içinde bir yerlerde seni bekliyorlar.’’ diye haykırırlar.

‘’Bugün tüm dertlerimden kurtuldum, hatta her türlü belayı defettim. Çünkü benim dışımda değil; içimde, kendi düşüncelerimdeydiler.’’ [6]

‘’Bizi rahatsız eden insanların eylemleri değildir, bizi rahatsız eden eylemlere dair yargılarımızdır.’’ [7]

Dost da Sensin Düşman da

Stoacılar, insanın özüne o kadar önem vermişlerdir ki en derin acılar dahil her türlü illetin üstesinde akıl yoluyla gelebileceğini söylemişlerdir. O denli ileri gitmişlerdir ki Epiktetos’un, Söylevlerinde şöyle bir ifadeye rastlarız: ‘’Ölmem gerekiyor. Peki, inleyerek mi ölmeliyim? Hapsedilmem gerekiyor. Peki, mızmızlanmalı mıyım? Sürgün edilmem gerekiyor. Gülümseyerek, cesaretle ve huzur içinde ölmem engellenebilir mi?’’

Bu ilkeyi anneniz, babanız, eşiniz, kardeşiniz öldüğünde de uygulayabileceğinizi söylerler. Yani onları kaybettiğinizde neden huzur içinde olmayasınız ki? Onlar, siz istediniz diye mi öldüler? Buna cevabınız evet ise bir ömür bedbaht olabilirsiniz ancak yanıtınız hayır ise üzülmeniz beyhudedir.

Peki onların ölümünü engelleyebilir miydiniz? Cevabınız yine hayır ise huzursuz olmanız akla uygun değildir. Siz, yalnızca duygularınızın aklınızı yenmesine müsaade ettiğiniz için sefil, perişan bir hâldesinizdir.

(Aslında Stoacılar her insanın (belki Sokrates hariç) bu tür durumlarda kederleneceğinin farkındadırlar. Ancak bunu en aza indirmek için öğretilerini tavizsiz bir biçimde ortaya koyarlar.)

Her insan uzun veya kısa bir piyeste yönetmen tarafından kendisine verilen rolü oynamak zorundadır. Hayat, bundan ibarettir. Bir aktör, rol arkadaşı sahne gereği öldüğünde ne kadar üzülüyorsa biz de bir sevdiğimizi kaybettiğimizde o kadar üzülmeliyiz.

Biz, bu dünyaya çıplak olarak gelir öyle de gideriz. Şu senin annendir, şu babandır, şu kardeşindir, şu da memleketindir derler ve söylenenlere uyarız. Aslında hangisi gerçekten bize aittir ki? Bu düşünceden hareketle şöyle yazar Epiktetos:

‘’Herhangi bir şey konusunda ‘Onu kaybettim!’ deme. ‘Onu iade ettim’ de. Çocuğun mu öldü? Onu geri verdin. Karın mı öldü? Onu da geri verdin. Tarlanı mı elinden aldılar? İşte yeni bir iade! ‘Fakat onu elimden alan kötü bir adamdı’ deme. Onu sana veren elin, falanın ya da filanın aracılığıyla onu geri almasının ne önemi var? Onu sende bıraktığı müddetçe sana ait değilmiş gibi istifade et ondan, tıpkı yolcuların hanlardan yararlanışı gibi.’’ [8]

Bu kadercilik size çok fazla mı geldi? Durun! Henüz bitmedi. Stoacılar öylesine kadercidirler ki evrenin sürekli bir döngüde olduğunu savunurlar. Zaman, sürekli başa dönmektedir. Yani Aristoteles yeniden doğacak, ilk seferinde yaptığı gibi Metafizik’i yeniden yazacak, kuşlar yine ötüşecek ve üzerine aynı bulutlar yine yağmur yağdıracaktı.

Her insan da bunun gibi tekrar tekrar yaşayacak, önceki duygu ve düşünceler ne idiyse aynen tadacaktır. Bu durum bir yandan avuntu sağlarken bir yandan da duygularımızı kontrol etmenin önemini hatırlatıyordu bizlere. Onları tekrar tekrar tadacaksak hiçbir şey hasıraltı edilemezdi.

Olaylara verdiğimiz karşılıklar adeta sonsuzca tekrarlanacağından bin düşünüp bin eylemeliyiz.

Stoacılığı Pek Güzel Anlatan Bir Karikatür. Türkçesi: Zenon, ışıklar içinde uyusun. Öldü, e ne olmuş yani? cartoonstock.com’dan alıntıdır.

Amor Fati (Kaderini Sev)

Bu kavramı, Nietzsche’yi okuyanlar onun eserlerinde fazlasıyla görmüşlerdir. Nietzsche de bu kavramı Stoacılardan almış, yorumlamış ve felsefesine katmıştır. Stoacıları için insan, her şeyi olduğu gibi kabul edebilmeli, bunu dileyerek yapmalı ve hayatın olağan akışını değiştirmek gibi boş hayallere kapılmamalıydı.

Her şeyi olduğu gibi kabul etmeli ve acıdan uzaklaşmaya çalışmamalıydı. Tam tersine, onun üzerine gitmeli ve onunla yüzleşmeliydi. Birçoğumuz pazılarımızı sıkıp arkadaşımıza ‘’Hadi vur, vur!’’ demişizdir. Stoacılar da hayata karşı tam olarak bunu yapmayı salık vermişlerdir. Salık vermekten ziyade direkt olarak uygulamışlardır.

Seneca’nın amor fati kavramını uygulayışı biraz uçlarda olsa da onunla ilgili bir anekdotu paylaşmak istiyorum:

Seneca, hayatı boyunca astım krizlerinden çok çekmiştir. Öyle ki krizler sırasında neredeyse boğulmak ya da ölmek üzere olduğunu hissederdi. Ancak o bu öğretiyle krizi fırsata çevirmişti. Boğazı kapanır, ciğerleri hava için zorlanırken başına gelenleri sevgiyle kucaklamaya çalışmıştır. ‘’Evet, bunu istiyorum hatta gerekirse bu yüzden ölmeyi seçiyorum.’’ diyerek kaderini olumlamıştır. Kriz geçtiğindeyse çok daha güçlü hissettiğini ve bir savaştan muzaffer bir komutan edasıyla çıktığını hissetmiştir.

Peki bu kavramın bir sınırı var mıdır? Yani başımıza gelen her şeye akılcı bakabilir veya ona karşı olumsuz duygular geliştirmemizi engelleyebilir miyiz? Stoacıların cevabı buna ‘’İstisnasız evet.’’ olacaktır.

O hâlde çok şedit bir örnek vermekte sakınca yoktur. Bir Stoacıya sorsak ve desek ki:

‘’Kardeşinin bir değirmene su almaya gittiğini düşün. O sırada sen de kardeşine eşlik ediyor ol. Sırası gelen kardeşin kovayla birlikte değirmene su almaya yöneldiğinde, bir adamın ona çelme takıp yere düşürdüğünü ve sırasını aldığını farz et. Senin bu durumda sinirlenmemen, hiddetlenmemen ahlâken doğru mudur?’’ (Bu soruyu siz de cevaplayın lütfen.)

Stoacı hiç tereddüt etmeden ‘’Evet, doğrudur.’’ diyecektir. Ardından herhâlde biz de şu soruyu sorarız:

‘’Nasıl yani? Her şeye susacak ve orada kös kös oturacak mısın? Ve bir de utanmadan bunun ahlâken doğru olduğunu mu savunacaksın!’’

Stoacı, o sinir bozucu kayıtsızlığıyla bize şu cevabı verecektir:

‘’Kös kös oturacağımı nereden çıkardın? Sen bana sinirlenmememin, hiddetlenmememin doğru olup olmadığını sordun. Ben de sana evet dedim. Sinirlenmiyor olmam olaya karşı tepkisiz kalacağım anlamına gelmez. Adamın adaletsiz davranışının önüne geçebilmek için kolluk kuvvetlerini devreye sokabilirim, ona alaşağı edebilirim, birçok farklı şey yapabilirim.

Tüm bunları yapabilmem için gereksiz bir öfkeye ne ihtiyacım var ki? Tüm bunları, öfke olmadan icra edemez miyim? Üstelik aptalca bir hiddetle belli davranışlar ortaya koymam benim zarara uğramama sebep olabilir.

Haksızlığın önüne geçebilmek için olaya elbette tepki koyarım ancak bu tepkime duygularımın karışmasına asla müsaade etmem. Aklım her zaman dümendedir.’’

Haklı mıdır? Onu, sizin zihinlerinize bırakıyorum.

‘’Olaylara öfkelenmenin bir anlamı yok çünkü onlar hiçbir şeyi umursamazlar.’’ [9]

Peki Acıdan Kurtulmak Mümkün Müdür?

Yazının diğer bölümlerinde Stoacıların acıdan kaçınmaktan ziyade onunla yüzleşmeyi salık verdiklerini ve hatta kendi hayatlarında uyguladıklarından bahsetmiştim. Peki acıyla yüzleşirken uygulayabileceğimiz birkaç taktik var mıdır? Elbette. Stoacılar bize bunlar hakkında da birkaç öğüt vermekten geri durmazlar.

‘’Geçmiş ve geleceğin her şeyi yutan sonsuz boşluğunu, dibi görünmez uçurumunu düşün. Bunlar karşısında böbürlenen, yakınan, feryat eden, kendini boş yere perişan eden bir ahmak değil midir?’’ [10]

  1. Farkındalığını Artır: Prosche, yani farkındalığı geliştirmek bunlardan biridir. Bilinçli farkındalığınızı ne kadar geliştirirseniz o kadar aklınızla hükmedersiniz. Gözyaşlarımız nasıl görüşümüzü bulandırıyorsa anlamsız duygularımız da aklımızı öyle bulandırır. Görüşünü netleştiren ve dünyayı olduğu gibi, hiç değiştirmeden, duygularını katmadan gören tam farkındalık hâliyle yaşayan biri der Seneca, asla yaşamdan sıkılmaz.
    Böyle bir insan olaylara gereken tepkiyi anında verebilir. Fakat bu tepkiler duygulardan arınıktır. Bir saldırıya uğramanız, paranızın çalınması, sevdiklerinizin ölümü tüm bunlar hayatın size çığlık atarcasına bildirdiği taleplerdir. Bunlar milyonlarca insanın başına gelmiştir ve şimdi de sizi bulmuşlardır. Anlamsız duygularla bunlara gereksiz tepkiler vermek yalnızca acınızı artırmanıza sebep olur. Onlara akla uygun tepkiler vermek dışında yapacağınız her türlü eylem yalnızca kendinize, erdeminize, ruhunuza zarar vermenize sebep olacaktır.
  2. Kötüyü Düşün: İnsan, kendisini acıya boğabilecek vakaları önceden düşünmeli ve hatta pratik etmelidir. Kendi ölümü, sevdiklerinin ölümü, mülklerini kaybetmesi gibi. Seneca bu hususta Pacuvius adında zengin bir adamdan söz eder: Pacavius, kendisi için her gün eksiksiz bir cenaze töreni düzenlermiş. Tören koca bir ziyafetle sona erermiş ve Pacuvius, bedenini masadan yatağına tabut içinde taşıtırken konuklar ve uşakları hep bir ağızdan ‘’Hayatını yaşadı, hayatını yaşadı!’’ diye mırıldanırlarmış. Aynı etkiyi der Seneca, çok daha basit ve ucuza yaşamak isterseniz, öleceğiniz gerçeğini aklınızdan çıkarmayıp tüm dikkatinizi ona verebilirsiniz. Bu pratikleri sevdikleriniz için de yapabilirsiniz. Ya da sahip olduğunuz tüm malı mülkü kaybettiğinizi düşünerek bu tür olaylar gerçekleştiğinde kederinizi azaltabilirsiniz. Bu arada, Montaigne de uşağına uykusunun en derin yerinde kendisini uyandırması için emir vermiştir. Böylece ölümdeki hiçlik bilincini daha fazla hissetmek, onu yakından tanımak istemiştir. Montaigne’in hayatında Stoa öğretileri bir hayli geniş bir yer tutar.
  3. Önceyi Düşün: Diyelim ki değer verdiğiniz birini ya da bir eşyayı kaybettiniz. O kişiyi hiç tanımadığınız anları ya da o eşyaya hiç sahip olmadığınız günleri düşünebilirsiniz değil mi? Zihninizi zamanla buna inandırabilirsiniz hatta. Peki hiç sahip olmadığınız şeyi özlemeniz mümkün müdür? Plutarkhos, iki yaşındaki kızını kaybettiğinde eşine yazdığı mektupta tam da bu düşünce deneyini salık veriyordu. Eşine, kızları doğmadan önceki günleri düşünmesini, o günlerdeymiş gibi yaşamasını öğütlüyordu.
  4. Ya Olmasaydı: Eğer bir şeyin değerini bilmiyorsan da onun değerini anlamak istiyorsan derhal onu kaybettiğini düşün. Örneğin sağlığının olmadığını, sefillik içinde yaşadığını, bir giysin olmadığından soğukta titreyerek yürüdüğünü düşün. O zaman sağlığının, mülkünün ve montunun değerini çok daha iyi anlarsın.

Tüm bu öğütler ne kadar işe yarar bilemeyiz ancak en azından kederler içinde boğulmaktansa bizlere odaklanabileceğimiz bir şeyler sunarlar.

Yazıma burada son verirken kanaatimce Aurelius’un son derece mühim, bireye ve bütüne fayda sağlayacak şu ifadesini zamanın sonsuzluğuna bir sadâ olarak bırakmak isterim:

‘’Nasıl iyi bir insan olunacağı hakkında daha fazla konuşma, öyle biri ol!’’ [11]

Şimdilik düşüncenin, fikrin, hürriyetin güzelliğiyle kalınız, başka yazılarda görüşmek dileği ve sevgi, hürmetle; esen kalınız.

Kaynaklar:

[1] Seneca, Doğa Araştırmaları, Jaguar Yayınları, s. 7
[2] Epiktetos, İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar, Beta Kitap, s. 8
[3] Epiktetos, Düşünceler ve Sohbetler, Kaknüs Yayınları, s. 15
[4] Schopenhauer, A., Hayatın Anlamı, Say Yay., s. 68
[5] Epiktetos, İçsel Huzur İyi Yaşamın Kapısını Açar, Beta Kitap, s. 24
[6] Aurelius, M., Kendime Düşünceler, İş Bankası Kültür Yay., s. 93
[7] Aurelius, M., Kendime Düşünceler, İş Bankası Kültür Yay., s. 119
[8] Epiktetos, Düşünceler ve Sohbetler, Kaknüs Yayınları, s. 18
[9] Aurelius, M., Kendime Düşünceler, İş Bankası Kültür Yay., s. 70
[10] Aurelius, M., Kendime Düşünceler, İş Bankası Kültür Yay., s. 49
[11] Aurelius, M., Kendime Düşünceler, İş Bankası Kültür Yay., s. 106

Diğer Yazılarım:

--

--

Responses (1)