Sokrates’in Ölümü — Jacques Louis David (Sokrates, içinde yaşadığı toplumun ahlâkını bozduğu ve gençleri dinden saptırdığı gerekçesiyle ölüme mahkum edilmiştir.)

Münzevînin Sığınağı: Yalnızlık

Efe Salihoğlu
7 min readMar 25, 2019

Başlığını genel kabule göre attığım bu yazının başlangıcında, evvelâ yalnız insanın kanaatimce en doğru olan tanımını vermekle başlamak isterim. Zirâ yalnızlık dediğimiz kavram nedir; iyi midir, kötü müdür; kişiden kişiye tanımı değişir mi yoksa sabit mi kalır, gibi esaslı soruların cevapları, bu yazının temelini oluşturacaktır.

Carl Gustav Jung (biograhpy.com)

Yalnızlığın tanımını kanaatimce en güzel şekilde ortaya koyan kişilerden birisi ünlü psikiyatr Carl Gustav Jung’tır. Jung yalnızlığı tam olarak şu şekilde tanımlamıştır: ‘’Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu görüşlere sahip olduğu zaman kendini yalnız hisseder.’’ Bu güzel tanımı kendimce biraz genişletmeye çalışacağım.

Öncelikle ilk cümle ile başlamak isterim: ‘’İnsanın, kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramaması.’’ Aristoteles’in dediği gibi insan, gerçekten de politik bir hayvandır. Her insan bir toplum içinde yetişir, gelişir ve var olur. O toplumun; fikirleriyle, hayâlleriyle, maddî-manevî anlayışlarıyla şekillenir. Daha sonra toplumdan bağımsızlaşmayı başarabilirse kendince; yeni fikirler, düşünceler ve anlayışlar üretir. Fakat bu yapıp ettiklerini ve ürettiklerini paylaşacak, onayacak tek bir kişi dahi bulamadığında muhakkak ki yalnızlığın en acı hallerinden birini tadacaktır. Aslında bu durum tanımın ikinci cümlesi olan ‘’başkalarının olanaksız bulduğu görüşlere sahip olma’’ durumuyla bir illiyet bağına sahiptir. Yaşamış olduğu toplumu fikirleriyle aşan, kültürünü bağımsız kılan; geleneği, akletmenin gücüne hapseden, dünyayı çok daha geniş bir pencereden izleyen insanlar için yalnızlık kavramı genel itibarıyla hayatlarının mihrakındadır. Bu konuda; yalnızlık, erdem ve entelektüel beceri arasındaki nedenselliği en güzel şekilde ortaya koyan büyük filozof Schopenhauer’u anmamak, üstada saygısızlık olacaktır. Şöyle diyor Schopenhauer:

‘’Yalnızlık, bütün büyük ruhların kaderidir.’’

Esas itibarıyla, Jung’ın yapmış olduğu tanımla Schopenhauer’ın bu aforizması tam olarak birbirlerini tamamlıyorlar denilebilir. Büyük bir ruha sahip insanlar, genel itibarıyla yaşamış oldukları toplumda anlaşılmazlar; fikirleri saçma; dine, geleneğe ve dolayısıyla kültüre aykırı bulunur. Tüm bu sebeplerden ötürü kalabalıklar içinde yalnızlaşır veya yalnızlaştırılırlar. Hemen her büyük insan çağının ötesinde yaşamaktadır. Onların çoğunun gerçek anlamda anlaşılması ve idrak edilmesi genellikle birkaç yüzyıl sürecektir. Tabii, geride geleceğin dünyasına meramını anlatacak bir eser yâhut yapıt bırakmışsa.

Sosyal, asosyal; münzevî

Günümüzde, başlıkta yer alan bu üç kavram o kadar sığ ve o kadar akıldan uzak tanımlanıyor ki çoğu insan yanlış şekilde yaftalanıyor ve bu dar kalıpların içine hapsediliyor. Sosyal dediğimiz insan genel itibarıyla; toplum içinde var olmaktan hoşlanan, toplumsal konularla alâkadar olan ve karşı taraf ile iletişime geçmekten keyif alan insandır. Bu insanlar genellikle yaşamış oldukları toplumla barışıktırlar ve toplum içinde de ‘’sevecen’’ olarak algılanırlar. Asosyal insan ise bunun tam tersidir. Toplum içine karışmaktan hoşlanmayan, iletişime geçmekte zorlanan ve kolay kolay ilişki kuramayan insanlardır. Asosyallik bir tercih değildir, belli bir durumun sonucudur. Asosyal insanlar genel itibarıyla iletişim becerileri düşük olduğundan iletişimi başlatmakta yahut devam ettirmekte zorlanırlar. Başlattıkları bir iletişimin sonucu olumsuz olursa bundan dâima kendilerine bir pay çıkarırlar. Dolayısıyla zaman içinde çekingen bir tavırla toplumdan ve politik yaşamdan uzaklaşmaya başlarlar.

Peki, münzevî dediğimiz kavramı bunlardan farklı kılan özellik nedir? Münzevî yaşam tam anlamıyla bir tercih meselesidir. Sosyal becerileri çok iyi olan, insanlarla iletişim kurmakta hiçbir zorluk çekmeyen, toplumsal olaylara karşı duyarlı bir insanın münzevî bir hayatı seçmesi pek olasıdır. Ve hatta diyebiliriz ki münzevî insanların tamamına yakını bu mâhiyetlerin birçoğuna sahiptirler. Onların münzevî hayatı tercih sebebi genel itibarıyla toplum ve şahsı arasındaki ahlâkî, vicdanî ve hemen her entelektüel anlayış arasındaki iflâh olmaz uyumsuzluklardır.

Eğlencelerin Bercestesi: Sâkin Eğlence

Eğlenmek için yersiz gürültü patırtı ve kalabalıklara muhtaç olmak kanaatimce çağımızın en büyük vebalarından birisidir. Günümüzdeki ‘’umumî’’ eğlence anlayışına baktığımızda aklımıza ilk gelenler; partiler, çılgın danslar, konserler, kahvehanelerdeki çılgınlıklar, son ses müzikler vb. durumlardır. Otomobillere ilgi duyan kitle genel itibarıyla hemen janti bir müzik sistemi yaptırmakta, egzozdan çıkan ses ile tatmin olmakta ‘’haydi, eğlenmeye çıkalım’’ cümlesinin ardından hemen bir disko, bar, kalabalık arkadaş ortamı vb. gibi şeylerin geleceği anlaşılmaktadır, tabii bunlar akla gelen ilk ve belirgin örnekler.

‘’Melâlimizi avutmak için bin türlü eğlence, bin türlü zevk icat ettik.’’ — Yahya Kemal Beyatlı

Barlar Sokağı’ndan bir enstantane — Marmaris

Birkaç arkadaşınızla bir kafeye gidip sakince oturmak istediğinizde dahi kalabalığın sesinden ziyâde anlamsız ritimler ve sözler ile dolu şarkılara maruz kalıyorsunuz. Çevrenizde atılan kahkahaların dâhi dozu yok. Her şey kuru gürültü ve sesten ibaret. İnsanlar eğlence seviyelerinin çıkan ses ile doğru orantılı olduğuna dair tuhaf bir yanılgı içindeler. ‘’Sâkin eğlence’’ dediğimiz kavrama rastlamak artık çok güç. Yalnızca ülkemizde değil, birçok Avrupa ülkesinde de durum aynı. Romanlardan yâhut filmlerden gördüğümüz o salon muhabbetleri, Çin’de bundan yarım asır evvel bir sanat olarak kabul edilen karşılıklı konuşma eğlencelerine vesaire artık günümüzde rastlamak imkânsız bir hale gelmiş durumda.

Er ve hatun kişilerin birçoğu artık entelektüel uğraşlardan maalesef haz alamaz hale geldiler. Elbette ki genelleme yapmanın yanlış olduğunun bilincindeyim ve istisnasının bol olduğu bir durum olduğunun da farkındayım. Lâkin genel itibarıyla durum maalesef bu halde. Yapıp ettiğimiz her şeye bolca gürültü karıştırıyoruz, kafamızın yalnızca bu şekilde dağılacağını düşünüyoruz. Oysa kitaplar aracılığıyla geçmiş yüzyılların dehalarıyla sohbet edebilir, arkadaşlar ile derinlikli sohbetlere gark olabilir, otomobilimiz ile geceleri yollarda anlamsızca dolaşabiliriz; bu ve bunlar gibi birçok şey de insan ruhu için muhteşem bir eğlence kaynağıdır aslında.

Oysaki çağımız, sâkin eğlence diye bir kavramın varlığını dâhi tuhaf karşılayacak bir halde. Eğlenceyi ortaya yazıp bir zihin haritası çıkarmaya karar versek bu kavramın etrafını dolduracak şeylerin birçoğu gürültü ile dolu olacaktır. Dolayısıyla entelektüel becerilere sahip insanlar böyle bir toplumdan uzak durmaya çalışacak, eğlenceyi ruhunda ve geçmişte yaşamış büyük dehâların sohbetlerinde arayacaktır. Ve bu da kendisini şimdiki zamanda içinde bulunduğu toplumdan bir nevi soyutlayacaktır. Yöneleceği şeyler yüksek ihtimalle kitaplar, çeşitli sanat etkinlikleri, nitelikli film ve gösteriler gibi seçkin tercihler olacaktır.

İnsanın elbette ki coşkuya, heyecana, adrenaline de ihtiyacı var fakat her şeyin dengede olmasının en güzeli olduğunu düşünüyorum. Ve yine konuyla ilgili olarak Arthur Schopenhauer’ın bu konudaki çok beğendiğim bir aforizmasını paylaşmanın yerinde olduğu kanaatindeyim, buyrunuz:

Arthur Schopenhauer (1788–1860)

“Uzun zamandır şuna inanıyorum: İnsanın dayanabileceği gürültü miktarı ile zihinsel yetileri arasında bir ters orantı vardır. Kapıyı eliyle yavaşça kapatmak yerine gürültüyle çarpan bir insan yalnızca terbiyesiz değil; aynı zamanda bayağı ve dar görüşlüdür.”

Diyebiliriz ki entelektüel zevklere sahip olan hemen her insan kendisiyle yalnız kaldığında can sıkıntısından daha ziyâde içsel bir huzura kavuşacaktır. Toplumun genelgeçer yargılarının hemen hemen tamamını karşısına almış, farklı düşünen ve yorumlayan bir bireyin dışa dönük olmasını beklemek oldukça zordur. Dolayısıyla son çare olarak münzevî bir hayatı benimsemesi kaçınılmaz görünmektedir. Nietzsche bu konuda oldukça realist bir tavır ile ‘’ Bu tür sıra dışı kişilikler başlangıçta inlerler, sonra melankoliye yönelirler, sonra hastalanırlar, en sonunda ölürler.’’ diyerek işi biraz daha yüksek ve felsefî boyutlara götürmüştür (Eğitimci Olarak Schopenhauer, Nietzsche F. s.23).

Konuyu, Daniel Defoe’nun sorgulatıcı, zihin açıcı kezâ konumuzu da bir nevi özetleyici şu muhteşem sözü ile sonlandırarak zihinlerinize bir sual bırakmak istiyorum:

‘’Bir adamın benden başka herkes aldanıyor demesi güç şüphesiz ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?’’

Ayrıca bakınız:

Konuyla ilgili Sendromlar

  • Diyojen Sendromu *

Genellikle sosyokültürel seviyesi yüksek insanlarda görülen bir sendromdur. Çevresi ile uyum sağlamakta ve insanların davranışlarını kabullenmekte zorlanan bu kişiler zaman içinde birtakım davranış bozuklukları göstermeye başlarlar. Bu davranışların boyutları o kadar ileriye gider ki bu insanlar; kir pas içinde, dağınık, kaotik bir ortamda yaşarlar. Yakınlarındaki insanları fark etmemeye ve bazı duygularını yitirmeye başlarlar. Hayat standartları oldukça düşüktür ve kimseyle iletişime girmek istemezler. Bu sendrom bazı uzmanlar tarafında ciddi bir nöropsikiyatrik bir durum olarak görülmektedir.

(Diyojen ile ilgili daha ayrıntılı bilgi almak ve bu sendroma neden onun isminin verildiğini öğrenmek için şu yazıma göz atabilirsiniz.)

  • Dostoyevski Sendromu

Alman nörolog Norman Geschwind tarafından keşfedilen sendromdur. Yazma isteği, sanata düşkünlük, dini algılamada farklılık, ahlâk ve adalet gibi kavramlarda üstünlük, yaşamı farklı imgeleme gibi bazı üstün özellikler keşfeder. Bu hastaların ortak noktası ön temporal lob epilepsisi tanısı konmuş olmasıdır.

Aynı belirtilerin ünlü Rus yazar Fyodor Dostoyevski’de de bulunmasından ötürü sendromun kâşifi tarafından bu isim verilmiştir.

Sorgulamanın, akletmenin ve hürriyetin zevkine doyasıya vardığınız bir hayat dileğiyle; saygı, hoşgörü ve bilgi ile kalınız.

Diğer Yazılarım:

--

--

Responses (4)