Jean-Jacques Rousseau: Toplum Sözleşmesi, Ütopya ve Dönüşüm

Efe Salihoğlu
10 min readMay 19, 2020

Bana Rousseau’nun kim olduğu sorulsaydı herhâlde okuduğum ve tanıdığım düşünürler içinde en samimi, en tutkulu, en kırılgan ve en değişken olanıdır derdim. Öyle zannediyorum ki hiçbir düşünürü bu denli yakından ve içten tanıma fırsatım olmamıştır zirâ kendisi ölümünden sonra basılmasını istediği İtraflar isimli eserinde uğradığı ihânetleri, affetmediği hatalarını, korkularını, acılarını olanca çıplaklığıyla anlatmıştır bizlere. ‘’Yalnız Gezerin Düşleri’’ ise düşünürün yürek burkan ifadeleriyle doludur. Hayatının sonuna yaklaşırken yaşadığı yalnızlık, terk edilmişlik ve çaresizlikleri hiçbir düşünür bu kadar içtenlikle anlatmamıştır belki de.

‘’Yaşamak için doğmuştum yaşamadan ölüyorum.’’ [1]

Sophie d’Houdetot

‘’Gerçekten sevdiğim tek kadın’’ dediği Sophie d’Houdetot onun için şöyle söyler:

‘’Bu adam beni korkutmaya kâfi gelecek kadar çirkindi ve tüm yaptıkları onun daha güzel bir hâle getirmedi. Acınılacak bir hâldeydi, ona her zaman samimi ve nazik davrandım. O bence tuhaf bir deliydi.’’

Gerçekten kimdi bu adam, bize ne anlatıyordu, neden bu kadar etkiliydi, genel kabule göre modern Avrupa fikriyatının kaynağı olan bu adamı bu kadar popüler hâle getiren neydi sahi? Çalkantılı yaşamı mı yoksa gerçekten de fikirleri mi?

Daha evvel Rousseau hakkındaki bir yazımda çalkantılı yaşamından özetle söz etmiştim, bu yazıda onun hayat hikâyesine değinmeden sizlere insana ve topluma dair fikirlerini naçizane açıklamaya çalışacağım.

  • Bir önceki yazıma buradan ulaşabilirsiniz.

Şöhret Adımları

Kanaatimce Rousseau her eve lâzım tabirine uygun gelen bir karaktere sahipti: bakıcılıktan müzisyenliğe, hırsızlıktan* ahlâk vaizliğine, kâtiplikten müellifliğe kadar birçok işte başarılıdır. Tüm bu yeteneklerine rağmen kişisel hayatında pek başarılı sayılamayacak (aldatmalar, aldanmalar, ihanetler) olan Rousseau, kırk yaşına kadar düşünce sahasında da varlığını pek hissettirememiştir. Tâ ki Dijon Akademisi’nin açtığı ödüllü bir yarışmaya katılana dek. Bu yarışmada Rousseau; sanatın, edebiyatın ve bilimlerin sanılanın aksine insanlığın gelişimine herhangi bir katkısının olmadığını savunmuştur. Bu savunmasını öyle argümanlarla desteklemiştir ki Rousseau’nun adı birdenbire tüm entelektüel çevrelerde duyulur olmuştur. Tabii bu düşünceleri ona şöhret kazandırdığı kadar düşünsel anlamda düşmanları da beraberinde getirmiştir. Voltaire’den Hume’a kadar birçok çağdaşıyla çetrefilli tartışmalara girmiştir. Özellikle Aydınlanma yanlısı düşünürler Rousseau’yu hedef tahtasına koymaktan çekinmemişlerdir. Hatta ironileriyle ve zekâsıyla birçok kişinin hayranlığını kazanmış olan Aydınlanma yanlısı düşünür Voltaire, Rousseau’nun kendisine gönderdiği kitabını okumuş ve ona şu cümleleri de muhteva eden bir cevap yazmıştır:

’İnsan soyuna karşı yeni kitabını aldım ve teşekkür ederim.

Hepimizi aptallaştırma tasarısında hiçbir zaman böyle bir zekâ kullanılmamıştır.’’ [2]

J.J. Rousseau (1712–1778)

Rousseau, yalnızca Aydınlanmacı düşünürlerin değil aynı zamanda dindar camianın da pek sevmediği bir kişidir. Zirâ o, Hristiyan dininin ilk günah öğretisini hiçbir şekilde benimsememiş, insanoğlunun hatasını başka bir dünyada değil, bizzat bu dünyada işlendiğini savunmuştur. Tabii dindar camiada Aydınlanmacı camiada olduğu gibi Rousseau’ya bir antitez sunmak gibi bir davranış geliştirilmedi. Bunun yerine Hristiyanlığın temsilcileri tarafından birçok eseri ateşe verildi ve yazdığı yazıların okunması günah sayıldı. Cennetin kapıları Rousseau okurlarına böylece kapatılmış oldu.

Duygusal olarak oldukça kırılgan bir yapıya sahip olan Rousseau, her şeye rağmen kendisine fazlasıyla itibar kazandıran eserlerini bu dönemlerde vermeye başlamıştır. Zamanla başarı adımlarını tek tek tırmanan düşünür, kraliyet korumasından en kıymetli toplantılara katılma hakkına kadar birçok kazanımı elde etmiştir. O; ilerlemeciliğin, Aydınlanma’nın, aklın, bilimin ve sanatların adeta kutsandığı bir çağda ‘’gerilemeciliğin’’ temsilcisi konumunda bulunuyordu (ya da çağdaşları tarafında öyle görülüyordu). Aslında Rousseau bilimin, sanatın ve edebiyatın insanlığa kazandırdığı söylenilen şeylere topyekûn karşı çıkmıyordu, yalnızca bunları sahteliğin ve tutkusuzluğun anneleri olarak görüyordu. Belki ilkel insan günümüze göre ‘’daha iyi’’ yaşamıyordu ancak onların hepsi modern insandan daha samimiydiler. Bilim, edebiyat ve sanat bakış açımızı genişlettiği ölçüde erdemlerimizin kaybına yol açmışlardır.

‘’Milletler, şunu bilmiş olsun ki doğa, çocuğunun elinden tehlikeli bir silahı çekip alan bir ana gibi sizi bilimden korumak istemiştir.’’ [3]

Peki insanlar bu sözde gelişmeyle yalnızca erdemlerini, samimiyetlerini ve mutluluklarını mı yitirmişlerdir? Rousseau, bu sorunun cevabını bize İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı (İkinci Söylev) isimli eserinde verecektir. Ona göre insanlar tüm bunların yanında doğanın onlara sunduğu en büyük armağanı yani eşitliği de yitirmişlerdir.

‘’Bilimler ve sanatlardaki ilerleme gerçek mutluluğumuza bir şey katmamış, ahlâkımızı bozmuş, bu yüzden zevkimizi de berbat etmiş olduğuna göre, kendi yollarında ileri bile gitmemiş olan sayısız yazar satılıklarına ne diyeceğiz?’’ [4]

Doğa Durumu

Rousseau ile az çok haşır neşir olanlarımız bilirler ki düşünür, eserlerinde sürekli olarak ’’doğa durumu’’ kavramını kullanır. Peki, en öz hâliyle nedir bu doğa durumu, doğa durumundaki insanlar nasıl yaşamaktadırlar? Kanaatimce en kısa ifadeyle doğa durumundaki insan, Rousseau’ya göre henüz toplumsallaşmamış insandır. Belki de doğa durumundaki insanı aylak insan olarak da tanımlayabiliriz zirâ onun tabir ettiği doğa durumunda yaşayan insanlar, hiçbir şekilde birbirlerine bağımlı değildirler, son derece özgürdürler ve hayatlarına tutkularıyla, duygularıyla yön vermektedirler. Bu insanların kendilerini doğaya karşı koruma dışında herhangi bir çekinceleri yoktur, birbirlerine kin gütmezler zirâ toplumsal ilişkileri yoktur, kibir kavramı dahi henüz var olmamıştır, kibiri ortaya çıkaracak sen-ben ayrımı dahi ortalarda görülmemektedir. Gelecek kaygısı olmayan, üremekten başka bir derdi bulunmayan, mülkiyetin esaretine düşmemiş bu insanların arasında öfkeye dahi yer yoktur. Onlar birbirlerine ve doğaya karşı kötülük etmekten sakınırlar, merhameti önceleyerek zarar verici davranışlardan uzak dururlar.

Soldan sağa: Rousseau, Hobbes ve Locke

Aslında Rousseau bize adeta bir cennet portresi çizmektedir. E, peki Hobbes’un doğa durumundaki insan için söylediği ‘’İnsan, insanın kurdudur.’’ ifadesi ne olacak? Hakikaten gerçeklik Rousseau’nun anlattığı gibi midir? Locke’un dediği gibi bencil olan insan, madem bu kadar iyi bir hüviyete sahiptir, devlet gibi kısıtlayıcı bir organizmaya neden ihtiyaç duymuştur? Rousseau, tüm bu düşünürlere karşı gelerek onların aslında tam olarak doğa durumundaki ilkel insanı değil, oba, kabile, şeflik her ne olursa olsun bir şekilde toplumsallaşmış olan insanları anlattıklarını belirtir (Doğa durumu kavramı Hobbes ve Locke tarafından da sıklıkla kullanılmıştır). Öyle ki Hristiyanlığa göre insanı cennetten çıkaran yasak meyve iken Rousseau’ya göre toplum hâline gelmesidir, diyebiliriz.

Pekalâ, bu toplum olma durumu, insanoğluna ne yaptı da insan, bu kadar kötü bir hayata gark oldu? Düşünür, toplumsallaşmayla birlikte insanın bir şeyler elde etmek için artık çabalaması gerektiğini fark ettiğini söyler. Adeta ‘’ne kadar ekmek o kadar köfte’’ ilkesi insanların hayatlarının mihrakına yerleşmiştir. Zirâ dünyadaki kaynaklar sınırlıdır, insanların bunları hak edebilmesi için ortaya bir emek koyması gerekmektedir. Peki, bu emek tek başına yeterli midir? Elbette ki hayır. Diğerleri sizden çok daha fazla emek üretiyorsa siz geride kalarak onlardan çok daha az ürüne sahip olup çok daha azıyla idare etmek durumunda olacaksınız demektir. İşte, tam olarak burada ‘’kıskançlık ve haset’’ gibi duyguların tohumu atılmış olacaktır. Onda var, bende neden yok; o benden fazlasını neden hak etsin, gibi sorular insanoğlunun hayatına girecektir. Bununla birlikte çok şeye sahip olan üstünlük duygusuyla beraber kibir duygusunun pençelerine düşecektir. Mülkiyet kavramının ortaya çıkışı tüm bu kötücül duygularla beraber zenginlere daha fazla zenginlik, yoksullaraysa daha fazla yoksulluk getirecektir. Velhasıl işte size Rousseau’nun gözünden ilerlemenin, Aydınlanma’nın, teknolojinin yarattığı toplum:

Zorba, eşitliksiz, riyakâr, yoz ve köhne!

Bir Dönüşüm Ütopyası

Rousseau’yu okurken kendisine ‘’Yahu adam madem öyle yıkalım apartmanları, yakalım arabaları, alalım elimize mızrakları, yayları çıkalım dağlara dağlara!’’ diye seslenesim gelir. Yani, madem durumumuz bu kadar vahim, ardımıza bakmadan geçmişe dönelim pek sevgili Rousseau. Tabii Rousseau’nun cevabı hazır: ‘’Bu saatten sonra geri dönüş mümkün değil, doğa durumu kaybedildiğinde tekrar kazanılamaz.’’

Peki, ne yapacağız o hâlde? Rousseau’nun deyimiyle nobran, riyakâr, sahte hayatlarımıza böylece devam mı edeceğiz? İşte bu noktada Rousseau bizlere ütopyasının temellerini attığı iki eseriyle cevap verir: Emile ve Toplum Sözleşmesi. Bu eserlerin birisi onun ‘’İdeâl Devlet’’indeki eğitim modelini diğeri de politik modelini sistematikleştirir. Emile’de bir çocuğun nasıl eğitilmesi hakkında detaylıca bilgiler verir, birey odaklı ve erdemlere odaklanmış bir eğitim sistemini vurgular. Tabii bu kadar eşitlikçi olan Rousseau’nun bu eserdeki ana kahramanının bir erkek olması tesadüf değildir. Zirâ ona göre kadınlar, erkekleri memnun etmek için vardırlar ve eğitimleri de yalnızca bu yönde olmalıdır.

‘’Kadın eğitiminin tamamı bir erkekle bağlantılı olmalıdır. Erkekleri memnun etmek, erkeklere yararlı olmak, onların sevgisini ve saygısını kazanmak, gençken onları büyütmek ve yaşlandıklarında onlara bakmak, onlara öğüt vermek, onları teselli etmek, yaşamlarını keyifli ve hoş kılmak: Bunlar her yaşta kadının göreviydi ve çocukluktan itibaren öğretilmeliydi.‘’[5]

Rousseau’nun kadınların eğitimi hakkındaki görüşlerine burada çok fazla girmek istemiyorum ancak kanaatimce günümüz anlayışıyla bakıldığında kadınların eğitimiyle ilgili müspet sayılacak ifadeleri pek yoktur. Kadının temel görevi, evlilik kurmunun devamını sağlamak ve çocuk doğurmaktır (Rousseau’ya göre en az dört çocuk). Emile’de kadınların eğitimini Sophie karakteri üzerinden anlatan Rousseau, onu Emile’in ihtiyaçlarını karşılayan bir karakter olarak tasvir etmiştir. Her ne kadar kadınların da eğitim almasını gerektiğini savunmuşsa da bu eğitimin hiçbir yönden eşit ve adil olmadığını söyleyebiliriz. Kadın cinisyeti gereği zayıftır, korunmaya muhtaçtır; o, evin ihtiyaçlarıyla ilgilenirken erkek dışarıdaki türlü görevleri ailesini için yerine getirmelidir.

Bu konuyu daha fazla açmadan (belki diğer yazıların konusu olabilir)bir diğer önemli eseri olan ve siyaset felsefesinin temel eserlerinden biri olarak kabul edilen Toplum Sözleşmesi’ne geçmek istiyorum. Bu eserde Rousseau, ütopyasının siyasî yanını tasvir eder. Eser o meşhur cümleyle başlar: ‘’İnsan özgür doğmuştur fakat her yerde zincire vurulmuştur.’’ Bu giriş cümlesi aslında Rousseau’nun inşa etmek istediği devlet modelinin en önemli ipucunu verir bizlere: İnsan özgürlüğünü yücelten bir toplum!

Toplum Sözleşmesi, ilk baskılarından kapak sayfası (1762). Kaynak: Wikipedia

Peki bu nasıl olacaktır? Bir yerde iki kişi varsa beraber, barış içinde yaşayabilmeleri için mutlaka fedakârlık yapmak zorundadırlar. Evlilikte de öyle değil midir? Yalnızca birinin istediği olduğu müddetçe orada zorbalık ve adaletsizlik olacak dolayısıyla özgürlüğün de varlığından söz edilemeyecektir. Rousseau, insanların hem özgür biçimde yaşayacağı hem de kendilerini o toplumun bir parçası olarak hissedecekleri bir yapı kurmak istemiştir. Onun gözünde bunun tek bir çaresi vardır: Bir defaya mahsus olmak üzere muhkem bir mutabakata varmak.

‘’Tehlikeli özgürlüğü, kölece rahatlığa değişmem.’’ [6]

Bu mutabakat kolektif bir bilincin geliştirilmesini ön görüyordu, bunun için de ‘’genel irade’’ kavramını ortaya koydu. Genel irade, bireysel çıkarların yerine genelin iradesinin hâkim kılınmasını ifade ediyordu. Kişiler ancak iradelerini genel iradeye boyun eğdirirlerse gerçekten özgür olabilirlerdi. Gerekirse toplum, bireyleri bu iradeye boyun eğmeleri için tahakküm uygulayabilirdi zirâ Rousseau için bireyi genel iradeye boyun eğmesi için zorlamak onu özgür olmaya zorlamakla eş değerdir. Aksi takdirde herkes kendi iradesini ön plana çıkaracak ve despotluk, adaletsizlik, nepotizm gibi kavramlar toplum içinde vücut bulacaktır. İnsanların tamamı genel iradeye tâbi olduklarında güç ve zekâ bakımından eşit olmasalar da anlaşma ve hukuk bakımından mutlak eşit olacaklardır. İşte size tam bir yurttaşlık!

Tüm bunların yanında Rousseau egemenliğin katiyen bir hükûmete yahut farklı bir teşekküle devredilmemesi gerektiğini söyler. Bu, kişilerin özgürlüğüne prangalar vurmaktır.

‘’Ne olursa olsun bir halk kendine temsilci edindiği andan itibaren özgür değildir, artık özgürlüğün varlığından kesinlikle söz edilemez.’’ [7]

Pekalâ, mutlak bir vatandaşlık demokrasisini savunan Rousseau, hükûmet olmadan, herhangi bir birim olmadan yasaların kendiliğinden, toplum tarafından ortaya çıkarılamayacağının farkında değil midir? Elbette ki farkındadır, o da bu noktada Platon’dan bu yana süregelen Kanun Koyucu’ya ihtiyaç duyar. Bu Kanun Koyucu, toplumun bir bütün içinde tutabilecek, insanları bazı haklarından vazgeçmeye zorlayıp ikna edebilecek; diğerleri olmadan bireyin tek başına bir hiç olduğunu kavratabilecek bilince, yeteneğe ve cesarete sahip olmalıdır. Buradan da anlıyoruz ki Rousseau’nun bahsettiği Kanun Koyucu tıpkı Platon’un tasvir ettiği gibi pek mâhir ve basiret sahibi biri olmalıdır.

Rousseau’yu örnek aldığını söyleyen bazıları aslında bu rolü tarih içinde üstlenmişlerdir. Bunun sonucunda ise milyonlarca insan ölmüş ve milyonlarcası da yurtlarından olmuştur. Tabii yanlış anlaşılmak Rousseau’nun suçu değildir. O elbette ki böyle bir egemenden bahsetmiyordu, tıpkı Nietzsche’nin, Üst-İnsan’ın egemenliğinde soykırıma kapı aralamadığı gibi. Bizce insan hangi durumda olursa olsun bencilliğe, ötekileştirmeye ve yok etmeye teşnedir, bu noktada Hobbes’un haklı çıktığını düşünenlerdenim. Umuyorum ki bir gün böyle insancıl ütopyalar gerçek değerleriyle anlaşılıp uygulanırlar ve bir gün birçok açıdan farklı olsak da aynı şeyleri yaşayıp aynı şeyleri hissettiğimizin farkına varırız. Tarih sahnesinde gelen çığlıklar benim sesimi bir hayli kısık hâle getirse de her şeye rağmen umut ediyor insan, bunun için çabalıyor, gayret gösteriyor; tıpkı Rousseau’nun ve birçok düşünürün yaptığı gibi.

Şimdilik düşüncenin, fikrin, hürriyetin güzelliğiyle kalınız efendim, başka yazılarda görüşmek dileğiyle; sevgi ve hürmet ile.

*Madame de Vercelli’nin kurdelesini çalmış ve suçu masum bir insana atmıştır.

Bu yazının özetini ve seslendirilmiş hâlini YouTube kanalımdaki şu videoda bulabilirsiniz:

Kaynaklar:

[1] J. J. Rousseau, Yalnız Gezerin Düşleri, Bordo Siyah Yay., s. 34
[2] B. Russell, Batı Felsefesi Tarihi Cilt 3, Alfa Yayıncılık, s. 348
[3] J. J. Rousseau, Bilim ve Sanatlar Üzerine Söylev, İş Bankası Kültür Yay., s. 20
[4] J. J. Rousseau, Bilim ve Sanatlar Üzerine Söylev, İş Bankası Kültür Yay., s. 31
[5] J.J. Rousseau, Emile, İş Bankası Kültür Yay.
[6] J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Koridor Yay., s.88
[7] J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Koridor Yay., s.121

Diğer Yazılarım:

--

--

Responses (3)