Bir Talebe, Bir Öğretmen: Nietzsche ve Schopenhauer
Bizce felsefe, insana insan olmasından ötürü yakışan en önemli ve en güzel etkinliktir. İnsanın canlılar alemindeki alamet-i fârikası düşünme, sorgulama ve yorum yapabilme yeteneğidir. Tüm bunlardan beslenerek ortaya çıkan etkinliğin adı da felsefedir. Felsefe, bilimle birçok ortak noktaya haizken ondan ayrıldığı birçok nokta da mevcuttur. Bilim daha sistemli, daha ağırbaşlı ve ölçülü çalışırken felsefe, bilime nazaran daha esnektir. Onu güzel kılan biraz da budur aslında. Bilim bizlere; hayatı nasıl yaşamamız gerektiği hakkında, bir çocuğun nasıl yetiştirilmesi gerektiği hakkında, metafiziksel dünya hakkında vb. çok bir şey söylemez. Zâten bilim bunlarla pek de ilgilenmez. O kendinden ötürü vardır ve nihâi amacı şeylerin doğası hakkında gerçekçi sonuçlara ulaşmak, Popper’in dediği gibi her adımda doğruya bir adım daha yaklaşmaktır.
Felsefe ise bizlere hayatın hemen her noktasında bir şeyler söyler. En iyi yönetim biçimi nedir, ahlâkın temeli nedir, içsel huzura nasıl ulaşılır, mutluluğun hayatımızdaki yeri nedir vesaire vesaire. Bunu öylesine içten ve öylesine bizden bir şekilde yapar ki her felsefî eser sizi biraz daha kendisine çeker. Kant Eğitim Üzerine isimli eserinde herhalde yalnızca bir bebeğin bezinin nasıl değiştirilmesi gerektiğini anlatmamıştır. Bunun dışında eserde, çocuğun nasıl terbiye edilmesi gerektiğine dair her ayrıntıyı bulabilirsiniz. Bu kadar bizden bir alan olan felsefe tıpkı bilim gibi kişilerin birbirini eleştirmesi yoluyla bugünkü noktasına ulaşmıştır. Thales ve Anaksimandros’tan bu yana bir yerde felsefe varsa orada uzlaşma görülmemiştir. Felsefeyi de güzel yapan tam olarak budur: Bir fikrin ve onun tam zıttı bir fikrin size doğru gelmesi, aklınızı kurcalaması.
Bu süreçte filozoflar arasında usta-çırak, öğretmen-öğrenci ilişikleri de daima olmuştur. Kimi hocasının yolundan giderek kimi onu yadsıyarak kendi felsefesini ortaya koymuştur. Felsefe tarihinin gördüğü en güzel anlaşmazlıklardan birinin herhâlde Platon ve öğrencisi Aristoteles arasında olduğunu söyleyebiliriz. Yakın tarihimizde ise Nietzsche ve Schopenhauer arasında böylesine güzel bir anlaşmazlık olmuştur ki bu yazının konusu da bu fikir çatışmasından ibarettir.
Genç Nietzsche, Schopenhauer ile Tanışıyor
Dindar bir ailede ve çevrede hayata gözlerin açan Nietzsche, ailesinin etkisiyle Hristiyanlığa son derece ehemmiyet vermiştir. O kadar ki zamanında ‘’minik papaz’’ olarak maruf olmuştur. Yeni kitaplar, kişiler, olaylar bulmak ve onlarla hemhâl olmak onun için vazgeçilmez ve son derece kıymetli bir etkinliktir. Leipzig Üniversitesinde öğrenim gören genç Nietzsche, yine bu sevdâsının peşinden giderken girmiş olduğu antikacı dükkanında Schopenhauer’un ‘’ Die Welt als Wille und Vorstellung’’ isimli eserini görmüş ve bir nüshasını satın almaya karar vermiştir. Daha sonra kendi ağzından o anı şöyle anlatır: ‘’Bilmem hangi ifrit fısıldamıştı kulağıma: Al bu kitabı, eve götür.’’ Kulağına fısıldanan emre kulak veren Nietzsche, eve vardığında ‘’dinamik ve kasvetli dâhi’’ olarak nitelediği Schopenhauer’un, kendi zihni üzerinde çalışmasına izin verdiğini belirtir.
Bu kitaptan, içindeki fikirlerden, filozofun dile hakimiyeti ve üslûbundan muazzam bir şekilde etkilenen Nietzsche daha sonra Schopenhauer’un kendisi üzerindeki etkisini anlatmak amacıyla ‘’Schopenhauer als Erzieher’’ (Eğitimci Olarak Schopenhauer) isimli eserini kaleme alır. Burada Schopenhauer’i adeta yarı tanrı mertebesine yükselterek onurlandırır (bkz: Eğitimci Olarak Schopenhauer, Say Yayınları, s. 27). Zaman zaman ise onu bir eğiticiden ziyade bir baba figürü olarak niteler ve şöyle yazar: Schopenhauer kendisi ile konuşur ya da bir dinleyici hayal etme konusunda ısrar edersek o zaman babası tarafından kendisine bir şeyler öğretilen bir erkek evlât hayal etmeliyiz (Eğitimci Olarak Schopenhauer, Say Yayınları, s. 18).
Schopenhauer’un yalnızlık ve inziva üzerine yaptığı vurgular Nietzsche’yi çok fazla etkilemiştir. Onun; çevresinden bağımsız kişiliği, gerçekleri apaçık bir şekilde dile getirişi, insanların ne diyeceklerini umursamadan ve hiçbir çıkar gözetmeksizin felsefesini temellendirmesi genç Nietzsche’yi âdeta büyülemiştir. Sıra dışı bir kişilik olarak gördüğü Schopenhauer’un etrâfında onu anlayacak derecede yüce gönüllü ve erdemli insanların bulunmadığını belirterek bu tür sıra dışı kişiliklerin münzevî bir hayata mâhkum olduklarını söyler: ‘’Bu tür sıra dışı kişilikler başlangıçta inerler, sonra melankoliye yönelirler, sonra hastalanırlar, en sonunda ölürler.’’ (A.g.e, s.23)
Tabii, bir yerde iki filozof varsa orada fikirlerin benzer olmasını beklemek ahmaklık olacaktır. Netice itibarıyla genç Nietzsche felsefe yolunda emin adımlarla ilerlerken bazen bir yarı-tanrı, bazen bir baba, bazen bir öğretmen olarak gördüğü Schopenhauer’dan bir hayli ayrı düşecektir.
İrade Vurgusu
Schopenhauer deyince akıllara ‘’irade’’ kelimesinin gelmesi kaçınılmazdır. O, tüm ömrünü vakfettiği baş eseri ‘’İsteme ve Tasarım Olarak Dünya’’da bu hususla ilgili düşüncelerin şekillendirmek için son nefesine dek zihin mücadelesine girmiştir. Gerçekten de onun felsefesinde ‘’irade, istenç’’ her şeydir. Tüm varlıkların özünde irade vardır, var olan her şey bu iradenin bir tezâhürüdür. Filozofların ‘’kendinde şey’’ olarak tarif ettikleri kavram, Schopenhauer için iradedir. Ona göre bu irade irrasyonel, amaçsız ve kördür. Daha net ve öz bir biçimde ifâde etmek gerekirse şunu söyler büyük filozof: Varlığın özünde kör bir irâde vardır ve bu öz, insan aklının kavrayabileceği bir şey değildir. Zirâ bu öz, akla uygun değildir ve akıl dışıdır.
Peki, insan gerçekten de hiçbir şekilde bu iradenin ne olduğunu bilemez mi? Kendi okumalarımdan yola çıkarak Schopenhauer’un nihâi olarak şu sonuca vardığını söyleyebilirim: İnsan da diğer varlıklar gibi bu kör iradenin tezâhürüdür ve diğerlerinden farklı olarak akıl sahibi bir varlıktır. İnsan ancak özüne yani iradeye dönerek (kendi içine) onun ne olduğunu biraz olsun anlayabilir. Fakat ne olursa olsun bu irade irrasyonel olduğundan asla tam olarak kavranamayacaktır.
Velhâsıl, Schopenhauer insanın ancak bir inzivaya çekilerek adeta bir riyazet hâlinde kendi iradesinin farkına varabileceğini belirtir. Onun isteklerine, arzularına ancak bu şekilde karşı çıkabilir. İşte tam bu noktada Nietzsche, üstadından bir hayli ayrı düşecek ve gençlik yıllarında hayran olduğu adam için Ecce Homo isimli eserinde ‘’Schopenhauer, hiçbir şey bilmiyordu.’’ diyecektir.
Bu içeriğin anlatımına YouTube kanalımdan ulaşabilirsiniz:
Schopenhauer’daki yaşama iradesi, Nietzsche’nin felsefesinde ‘’güç istenci’’ olarak ifade edilecektir. Nietzsche, tüm tutkuların temelinde güç istencinin yattığını, hatta yaşamın güç istencinin özel bir hâli olduğunu belirtecektir.
Bu hususu daha anlaşılır ifade etmek için kabaca şöyle diyebiliriz: Schopenhauer, iradenin reddedilmesi gerektiğini vurgularken Nietzsche tam aksine onunla mücadele edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Schopenhauer’e göre Dante’nin bir cehennem yaratmasına dahi gerek yoktur. Zira cehennem bu dünyadır. Sefaletler, ızdıraplar, yokluklar, ölümler ve kötülüklerle dolu bu dünya, vakur ve yüce gönüllü bir insanın huzur bulabileceği bir yer değildir. Var olabilecek dünyaların en kötüsüdür; insan, mutlu olmaktan çok uzaktır. O, kısır bir döngünün içine düşmüştür. Ne zaman ki bir arzusunu tatmin etse yerine hemen karşılanmak isteyen bir arzu vücuda gelecektir:
Kezâ ne doymaz bir varlıktır insan! Ulaştığı her tatmin yeni bir arzunun tohumudur, dolayısıyla onun ebediyen doyurulamaz arzularının sonu yoktur (Schopenhauer, Hayatın Anlamı, Say Yayınları, s; 68).
Schopenhauer için, mutluluk ve neşe içinde yaşayan binlerce insan tek bir kişinin ızdırabını ve ölüm acısını dindiremez ve tıpkı bunun gibi hali hazır mutluluğu da daha önceki ızdıraplarını da dindirmez. Geçmiş, pişmanlık ve acılarla doludur; gelecek de en az geçmiş kadar umutsuzdur.
Nietzsche, Schopenhauer’un bu düşüncelerini yadsımaz. Onun için de dünya mutluluğunu amaç edinilebileceği bir yer değildir. Kötülükler insanın var olduğu her yerde etrafı sarıp sarmalamıştır. Nietzsche için de en az Schopenhauer kadar kötümser bir dünya görüşüne sahip olduğunu söylersek öyle zannediyorum ki pek de yanılmış olmayız. Fakat Nietzsche, Schopenhauer’un bu kötülüklere karşı savunduğu atâlet, eylemsizlik ve çâresizlik gibi kavramlara sert bir dille karşı çıkar. Adeta hocasının felsefesine bir balyoz darbesi indirir.
Sokrates bile demişti ölürken: ‘’Yaşamak, uzun süre hasta olmak demektir.’’ Sokrates bile bıkmıştı (Nietzsche, Putların Batışı, s.18).
Nietzsche, insanın tüm bu kötülüklerle, ızdıraplarla mücadele edilmesi gerektiğini defaatle vurgular. Hocası onun için metafizik postuna bürünmüş bir leopardır (İnsanca Pek İnsanca 2). Bu postu onun üzerinden almak gerekir. Çilecilik, ızdıraplardan kaçma, mücâdeleden vazgeçmek Nietzsche’nin ateşli ruhuna katiyen uymayan durumlardı. Onun için hayat ancak mücâdele ettikçe güzelleşebilir ve insan, ancak ızdıraplara göğsünü gerdikçe haz duyabilir. Eğitimci Olarak Schopenhauer kitabında (Say Yayınları s.43) Meister Eckhart’tan bir alıntı yaparak bunu açık bir şekilde vurgular:
Seni mükemmelliğe en hızlı biçimde ulaştıracak şey acı çekmektir.
İnsan, acılarla mücâdele ettikçe, onların üstesinden geldikçe mükemmeliğe bir adım daha yaklaşacaktır. Nietzsche için düz bir patikadan hedefe ulaşmak insana hiçbir şekilde haz vermez, oysa sarp yollardan giderek, türlü engelleri aşarak ulaşacağı bir hedef insan için târifsiz bir haz kaynağı olacaktır. Nietzsche’nin gözünde Schopenhauer bu yola hiç girmemeyi, en baştan vazgeçmeyi öğütlemektedir. Nietzsche, bu durumu tüm bilinciyle reddederek ağır bir şekilde eleştirecektir.
Etik ve Erdem Vurgusu
Bu hususta yazmazdan evvel söylemek isterim ki Nietzsche ve Schopenhauer’un geleneksel dinlere bakış açıları dışında bu noktadaki fikir birliktelikleri fikir ayrılıklarına nispetle katbekat aşağıdadır. Schopenhauer erdemlerin temeline duygudaşlık ve merhameti koyar:
‘’Neminem laede; imo omnmes, quantum potes, juva.’’
‘’Kimseye acı verme, edebildiğin kadar herkese yardım et.’’
(Schopenhauer Paradokslar Üzerinde Raks, Senail ÖZKAN, Ötüken Neşriyat, s.366)
Nietzsche ise bu temel erdemleri tam bir zayıflık olarak görecek ve bunların insan ırkının gelişmesindeki büyük engeller olarak niteleyecektir. Vicdan sızısı, Nietzsche için utanmazlığın ta kendisidir. Onun için, Hristiyan ahlâkının da en temel saiklerinden biri olan merhamet, Schopenhauer’un kendi ben’ini boyun eğdirdiği bir zayıflıktır:
Merhâmet duyarken bilinçli olarak kendimizi düşünmeyiz, ama bilinçsiz olarak yalnızca kendimizi düşünürüz. Merhamet duyduğumuzda kurtulduğumuz acı yalnızca bize ait olan acıdır. Merhameti öven kişinin, ahlâk alanında yeterince deneyimi yok demektir (Nietzsche, Tan Kızıllığı, Say Yayınları; s.107–109).
Nietzsche için gerçek erdemler kudret ve dayanıklılıktır. Bunlar hür insanlara ait temel erdemlerdir. Her türlü özgürlük, bağımsızlık, mücâdele yeteneği, gerektiğinde acımasız olabilme onun için duygudaşlık ve merhametten üstün niteliklerdir. Nietzsche tam anlamıyla bir savaşçı portresi çizerken Schopenhauer, duygudaşlık yoluyla birbirlerinin acılarını paylaşan insanların portresini çizmektedir. Nietzsche; üst insanın, kimseyle herhangi bir bağı olmadan tamamen hür ve bağımsız bir şekilde ızdıraplara karşı mücâdele edeceğini ve bu savaştan galip çıkacağını belirtir. İşte, insana haz veren ve onu yükseklere çıkaran en güzel erdem budur. Bu erdeme ulaşma yolundaki insan, herhangi bir engelle karşılaşırsa hiçbir şekilde acıma hissine kapılmadan onu alaşağı etmeyi bilmelidir.
Nietzsche; kişinin ahlâkının yalnızca kendisini ilgilendirdiğini söylerken yalnızca kendisi için ve her türlü sınırlamaktan kurtulmak için toplumun ahlâkından soyutlanması gerektiğini belirtir.
Velhâsıl, Nietzsche’den tarif ettiği portreye uygun bir insan örneğini vermesini isteseydik heralde Napolyon Bonapart onun için uygun bir örnek olurdu. Schopenhauer’un ise bir Budist rahibi örnek göstereceğine dair pek şüphem yok.
Dâima Saygı
Daha evvel de söylediğimiz gibi, Nietzsche ve Schopenhauer’un felsefî düşünceleri arasındaki farklılıkları yazmak belki de günlerimizi alacaktır. Benzerliklerin ise birkaç saatte yazılabileceği kanaatindeyim. Bunca farklılığa rağmen iki filozof arasındaki münasabet son derece önemlidir. Nietzsche, Schopenhauer’i yer yer çok ağır bir biçimde eleştirmiş olsa da ona olan saygısını hiçbir zaman yitirmemiştir. Onun için Schopenhauer, daima saygıya değer ve erdemli bir insan olarak kalacaktır. Schopenhauer; çağdaşlarının birçoğu gibi insanlara karşı nazik, sözünü büken, riyakâr ve vurdumduymaz olsaydı üzerinde uzanacağı yatak pek yumuşak olacaktı (Nietzsche, Eğitimci Olarak Schopenhauer, Say Yayınları, s.45). Fakat o, doğru bildiğini hayran olunası bir üslûpla, sözünü eğip bükmeden, dosdoğru bir biçimde söylemeyi seçmişti. Yerleşmiş otoritelerin hiçbirine karşı boynunu bükmemiş, onlara karşı gelmiş ve açık yüreklilikle, zihninde yer etmiş her türlü düşünceyi kalemine aktarmıştır.
Yüreklilik, samimiyet, dahiyane üslup, ahlâkî bağımsızlık Schopenhauer’i insanlık tarihinde oldukça önemli bir yere getirmiştir. Dine bakış açısını hiçbir şekilde saklamamış ve belki de o zamana kadar dile getirilmemiş çok sert eleştirileri açık yüreklilikle dile getirmiştir.
Şüphesiz Nietzsche gibi bir dehanın ‘’büyük öğretmen’’ olarak nitelendirdiği kişinin, bu özelliklerinin farkında olmaması mümkün değildir. Bizce Nietzsche, Schopenhauer’a verilebilecek en güzel hediyeyi yola onunla başlayıp ondan tamamen bağımsız ve farklı bir felsefe yaratarak vermiştir. Öyle zannediyorum ki bir eğitimci olarak Schopenhauer, öğrencisinin bu hâliyle bir hayli gurur duyardı. Nietzsche’nin de Schopenhauer’a getirdiği sağlam ve yıkıcı eleştirilerin böyle bir öğretmenin öğrencisi olmanın bir getirisi olduğundan şüphemiz yoktur. Şüphesiz ki fikir ayrılıkları ve anlaşmazlıklar felsefenin, düşüncenin ilerlemesi için en güzel yollardır.
Ortak şeyler yaşayıp farklı hissedebilmemiz ve düşünebilmemiz ne kadar güzel, öyle değil mi?
Şimdilik düşüncenin, fikrin, hürriyetin güzelliğiyle kalınız efendim, başka yazılarda görüşmek dileğiyle…
‘’Eğer iki insan her konuda anlaşıyorsa emin olabilirsiniz ki düşünen bir tanesidir.’’
— Lyndon B. Johnson (Eski ABD Başkanı)
Diğer Yazılarım:
- Bir Talebe, Bir Öğretmen: Nietzsche ve Schopenhauer
- Mutsuzluğun İmkânsızlığı: Stoa Felsefesi ve İçsel Huzur
- Ölümün Doğurduğu Adam: Michel de Montaigne
- Jean-Jacques Rousseau: Toplum Sözleşmesi, Ütopya ve Dönüşüm
- Yerleşik Ahlâka Balyoz Darbeleri: Friedrich Nietzsche
- Platon: İdeâl Devlet, İdeâl Cemiyet ve İdeâl İnsana Bir Bakış
- Bir Başka Filozof: Arthur Schopenhauer
- Diyojen’in Hocası Antisthenes ve Kinik Okulu
- Sadeliğin, Yalnızlığın Kutsallığı: Diyojen
- İdea’lleri Olan Büyük Filozof: Platon
- Eudaimonia: Aristoteles’e Göre Kişisel Mutluluk
- Bir Vâzife Olarak Ahlâk: Immanuel Kant
- Münzevînin Sığınağı: Yalnızlık
- Stoacılık: Köleden İmparatora Uzanan Felsefe -1
- İnsan Neden Boyun Eğer: Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (Etienne de La Boétie)
- Bir Kişilik Ödünlemesi: Irkçılık
- Spinoza’nın Tanrısı
- Felsefeye Giriş Yapmak İsteyenlere Naçizane Bir Rehber, Kitap Önerileri
- Jean-Jacques Rousseau: Meczupluk ve Dâhilik Arasında Bir Yaşam-1
- Felsefe Ahmaklık Mıdır?
- Aydınlanma Hakkında Bir Deneme: Kant’ın Işığında
- Akıllı İnsan Hipotezi: Ön Yargı
- Modern Dünyanın Putları: Irk, Kan ve Toprak
- Friedrich Nietzsche: Tanrı’nın Ölümü ve Üstinsan (Übermencsh) Felsefesi
- ‘’Sapere Aude!’’: Bilmeye Cesaret Et!
- Elvedâ Çürük Elmalar: Felsefenin Gücü
- Filozofça Ölmek: Boethius