Bir Başka Filozof: Arthur Schopenhauer

Efe Salihoğlu
9 min readAug 19, 2019

Bu yazının ehemmiyeti diğer yazılarıma nispetle daha büyük benim için. Bu yazıda, filozoflar içinde daima ayrı bir yere koyduğum, fikirleriye fikirlerimin en fazla uyuştuğu, okurken türlü heyecanlara gark olduğum Schopenhauer’dan bahsedeceğim zirâ. O, hayatımın en karmaşık ve zorlu döneminde eserleriyle elimden tutup kaldırarak yeni bir telakki ile hayata tutunmamı sağlayan kişi olduğundan buradaki fikirlerimin bir hayli öznel olacağını belirtmek isterim. Bu yazıda onun felsefesine oldukça yüzeysel bir biçimde değinmek istiyorum, adeta sığ bir özet mahiyetinde. İleride yirminci yüzyıl filozoflarının fikirlerine ve biyografisine yer vereceğim bir yazı dizisi hazırlamak istiyorum. Dolayısıyla Schopenhauer’un da gerek felsefî muhtevasını, gerek özel yaşamına ait dönüm noktalarını o seriye saklamayı düşünüyorum. İşbu yazıda, onun felsefesine uzaktan bir bakış atıp temel noktalara değineceğiz.

Arthur Schopenhauer (1788–1860)

Felsefesinin Temelleri

Schopenhauer’un felsefesinin temelinde yer alan iki noktadan söz edebiliriz: Bunlardan birincisi dünyanın kör bir istemenin eseri olduğu düşüncesi, ikincisi ise Yunan geleneğinden başlayarak kendisine kadar birçok filozofun öne sürdüğü ‘’hayatın nihâi amacı mutluluktur’’ fikrine karşı onun, hayatın mutluluk gibi bir amacının olamayacağı, bunun en büyük yanılgılarımızdan biri olduğu düşüncesidir. Filozofun, bu yazıda incelemeyi istediğim düşüncesi de hayatın amacına dair fikirleri olacak. Zirâ evrenin özünü kör bir istemenin oluşturduğu, her varlığa asıl hükmeden şeyin bu isteme olduğu fikri çok daha geniş bir yazıda ele alınması gereken bir temellendirmedir. Hatta diyebiliriz ki büyük filozof, yaşamının sonuna kadar Türkçeye ‘’İsteme ve Tasavvur Olarak Dünya’’ ismiyle çevrilen başyapıtı Die Welt als Wille und Vorstellung’da bu konudaki fikirlerini temellendirmeye çalışmıştır. Onun bir ömür adadığı bu fikri, kısa bir yazıda açıklamak tabiatıyla mümkün olmayacaktır.

Schopenhauer’un felsefesi tam anlamıyla evrene içkin bir felsefedir. Onun felsefesinde herhangi bir aşkınlıktan söz edilemez.

O hâlde, Schopenhauer’un felsefesinin temelinde yer alan bir diğer görüşüne yani varlığın özünde kendinde şey olarak nitelendirebileceğimiz istemenin yer aldığı ve mutluluğun peşinde koşmanın en büyük yanılgımız olduğu gerçeğine değinmek yerinde olacaktır. Öncelikle bu fikrin temel varsayımına bir göz atmamız gerekir.

İyi de neden dünya sefaletlerle doludur? Schopenhauer’un görüşleriyle bunu en öz hâliyle nasıl temellendirebiliriz?

Başlangıç noktası olarak Thomas Hobbes’un siyaset felsefesinde yer alan ‘’ “bellum omnium contra omnes’’ (herkesin herkesle savaşı) deyişini kullanabiliriz. (Schopenhauer da eserinde bu fikri örnek verir.) Varlığın özünde yer alan isteme, yalnızca kendi amacına hizmet eden, birleri zerrece dikkate almayan ve bu birleri mütemadiyen ‘’var olma, varlığı devam ettirme’’ savaşına sürükleyen bir şeydir. Benim varoluşumla ötekilerin var oluşları arasında sürekli bir çatışma vardır. Bu çatışma öylesine kuvvetlidir ki isteme sürekli olarak bireyselleşme ilkesini destekler. Herhangi bir tehlike durumunda o, varlığını devam ettirebilmek amacıyla her türlü yolu mübah görür. Aklım, zihnim yalnızca onun kırbacının şaklamalarıyla oradan oraya sürüklenen bir ayakçıdır. Gelip geçen insan ırkları onun yalnızca hizmetçisidir. Onun açısından varoluşu devam ettirmek amacıyla gerekeni yapmış olan bir birey (soyu devam ettirme) adeta bir hiçtir.

Kendinden başka hiçbir şeye hizmet etmeyen isteme, sürekli bir çatışmayı besler. Doğaya baktığımızda bunu rahatlıkla görebiliriz. Bir varlığın yok oluşu, diğerinin devamına hizmet eder: Yaşamın özünü gerçekten kavramak istiyorsak etleri bir aslan tarafından paramparça edilen ceylana odaklanmamız gerekir, aslanın aldığı hazza değil.

Schopenhauer, bu görüşünü açıklarken kendinden önce gelen birçok filozofun insanın ancak mutluluğun peşinden giderek ihyâ olabileceğini söylediğini ve bu düşüncenin onların en büyük hatası olduğunu belirterek söze başlar. Yukarıda da belirtildiği gibi ona göre, doğayı var eden üstün bir akıl söz konusu değildir. Evrende gördüğümüz her şey -bizler de dahil olmak üzere- kör bir istemenin eseridir. Hâliyle evrene içkin herhangi bir düzenden ve kusursuzluktan söz etmek mümkün değildir.

Bu düşünce onu, çağdaşı ve çağını yönlendiren filozof Hegel’in ‘’zeitgeist’’ kavramıyla açıkladığı zamanın bir ruhu olduğu görüşüne karşı büyük bir tepki geliştirmesine sebep olur. Schopenhauer’un herhangi bir eserini okurken Hegel’e ve takipçilerine bulaşmadığı, onları yerden yere vurmadığı bölümle karşılaşmamak bir hayli zordur. Ona göre Hegel, bütün söyleyeceklerini bir mürekkep balığı gibi kapkaranlık bir bulut yığının arkasına saklayan bir soytarıdır, yeri geldiğinde birahaneci kılıklı heriftir, yeri geldiğinde de felsefesiyle karnını doyurmaya çalışan bir açgözlüdür. Bu duruma, üniversitede verdiği derslerle aynı anda Hegel’in de dersi olması dolayısıyla kendi derslerine beş kişinin katılmasının, Hegel’e karşı gelişen yoğun bir kıskançlık hissinin sebep olduğunu söyleyen felsefe tarihçileri bulunmaktadır. Fakat kanaatimce durum bu kadar basit değildir. Zira her ikisinin hayata bakışı, felsefesi ve temellendirmeleri birbirlerinden bir hayli farklıdır. İkisi de kendisinin Kant’ın esas takipçisi olduğunu söylese de bu konuda uzlaşmalarının mümkün olmayacağı sarih bir gerçektir.

Schopenhauer, Hegel çekişmesini konu alan eğlenceli bir karikatür.

Konumuza geri dönersek Schopenhauer, dünyanın gerçekliğini akılla kavramamızın mümkün olmadığını söylerken onu ancak sezgilerimiz yoluyla bir ihtimal çözümleyebileceğimizi de belirtir. Zira, akılla varoluşa gelmemiş bir şeyi akılla açıklamanın mümkün olmayacağı açık bir gerçektir. İnsanı, metafizik bir hayvan olarak nitelendiren Schopenhauer’un görüşlerinde Platon, Berkeley ve Hint mistisizminin yoğun bir etkisi vardır. Bu üçlü arasında kanaatimce Schopenhauer’u en çok etkileyen düşünce kadim Hint mistisizmi olmuştur. Dünyadaki tüm dinlere karşı saldırganca yaklaşan ve iflah olmaz bir ateist olan Schopenhauer, söz konusu Hint bilginlerinin metafiziği olduğunda onlarla birçok görüşü paylaşmaktan geri durmaz. Senail Özkan’ın Schopenhauer-Paradokslar Üzerinde Raks isimli eserine bir göz gezdirirseniz aslında onun görüşlerinin tasavvufla dahi bir şekilde bağdaştırılabileceğini görürsünüz. Zirâ o, tıpkı mutasavvıflar gibi huzura ermenin ancak yoğun bir dinginlik hâlinde olabileceği görüşünü iştahla paylaşır. Dolayısıyla, varoluşa anlam yüklerken aklına değil sezgilerine güvenmektedir. Bu anlamda felsefenin görevinin, varlığın ne olduğu sorusunu çözümlemek olduğunu defaatle belirtir. Bu sorunun cevabına da ancak kendi bedenlerimize dönerek sanat ve dolayısıyla sezgi yoluyla ucundan da olsa dokunabileceğimiz fikrini gayet sistemli bir felsefe yoluyla bizlere sunar.

Varoluşun hakkından gelen düşünürler. Sırasıyla: Sartre, Nietzsche, Schopenhauer, Camus

Pekâla, varoluş problemini bir kenara bırakır ve insanın bu dünyaya bir şekilde geldiği gerçeğini kabul edersek neden mutluluğu aramayalım ki, diye sormamız gerekir. Schopenhauer bize şöyle karşılık verir: ‘’İnsan, sürekli gereksinim ihtiyacı olan bir varlıktır. Bu gereksinimlerini yoğun çabalar harcayarak bir şekilde gidermeye çalışır. Bunları giderdikten kısa bir süre sonra tekrar bir gereksinim zuhur eder. İnsan; bir ömür, bu gereksinimleri karşılamak için oradan oraya koşar durur. Fakat onları asla tam anlamıyla gideremez. Bir kısır döngü içinde yaşamanı sürdürmeye devam eder.’’ Schopenhauer’un felsefesinde tikel insanın, doğa için kıymetiharbiyesi tam olarak şöyle bir şeydir:

Doğa şöyle konuşur: Birey bir hiçtir, hiçten de daha azdır. Her gün milyonlarcasını oyun ve eğlence için yok ediyorum; kaderlerini şansa, çocuklarımın içinde en havai ve serkeş olanına terk ediyorum, o da onlara zevk için taciz ve eziyet etmektedir. Üretici gücümden hiçbir kayba uğramaksızın onlardan her gün milyonlarcasını üretmekteyim; birbiri ardına duvara yansıttığı güneşin suretlerinin sayısıyla bir aynanın gücü ne kadar tükenirse benim gücüm de ancak o kadar tükenir. Tikel hiçbir şeydir.

Tekrar vurgulamak gerekirse doğaya hükmeden istemenin tek amacı insan soyun devamlılığını sağlamaktır. Bu süreç devam ettiği müddetçe onun için bir sorun yoktur. İnsanların mutluluğuyla, acı çekmesiyle, soykırıma uğramasıyla vesaire zerre kadar ilgilenmez, o; kördür ve önemli olan tek şey kendisidir.

Tüm bunlara rağmen şahsî kanaatim Schopenhauer’un kötümser bir filozof olmadığıdır. Evet, hemen tüm felsefe meraklıları tarafından bu şekilde nitelendirilir Schopenhauer; onun görüşleri, özünde iyimserliğin hâkim olduğu, içinde daima umutla yaşayan insanoğlu için gerçekten de çok çarpıcıdır. Bizce bu, onu kötümser, acıların filozofu, huysuz filozof olarak nitelendirmek için yeter sebep değildir. Daha ziyade o, en gerçekçi ve radikal filozoflardan biridir. Eğer hayat kötüyse ve kötülükler hüküm sürüyorsa onu kötü olarak nitelendirmek kötümserlik değil, gerçekçiliğin ta kendisidir. Schopenhauer, felsefesine bu hususta çok yoğun bir eleştiri geleceğini tahmin etmiş olsa gerek ki kendi felsefesini şu şekilde savunmuştur:

Benim felsefemdeki umutsuzluk ve melankoliden dolayı feryat ediyorlar, bunun sebep-i hikmeti şurada yatmaktadır: Zira ben, onların günahlarının bedeli olarak müstakbel bir cehennem efsaneleştirmek yerine, dünyada nerede bir günah varsa orada cehennemî bir şeylerin muhakkak olduğunu gösterdim.

Schopenhauer burada, bir klişe haline gelmiş ‘’dünya cehennemdir’’, görüşünden ziyade kör istemenin çocukları olan insanların gittiği her yere bir şekilde kötülüğü taşıdığını ve daima kendi ‘’ben’’ine hizmet ederek dünyayı berbat bir yer hâline getirdiğini anlatmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla acıdan uzaklaşmak ona göre ancak ve ancak bu istemenin ayakçılığını yapmaktan biraz da olsa kurtulmakla mümkün olmaktadır. Bunu varlıklar arasında da tek gerçekleştirebilecek tür insandır. O, diğer varlıklardan farklı olarak yüksek bir bilince sahiptir ve kendi bedenini, özünü keşfetmekte diğerlerine oranla bir hayli yüksek bir kapasiteye sahiptir. İnsan, öz bilinci yoluyla hakikati uzaktan da olsa seyrüsefa eylemeye mahirdir.

Tabiî filozofumuza göre bu bilinci doğru şekilde kullanabilen, nereye bakması gerektiğini gerçek anlamda kavrayabilmiş, ‘’ben’’in hizmetinden çıkarak ‘’öteki’’yle aynı özü paylaştığını keşfedebilen insan sayısı bir hayli azdır. Çok yüksek bir çoğunluğunu bu bilince varamayan insanların oluşturduğu bir dünya, yukarıda da belirttiğimiz üzere ‘’herkesin herkesle savaşı’’nın bir tezahürü olmaya teşnedir.

Velhasıl ona göre cehennem, başkalarıdır. Dünyanın özünde istemenin yer aldığını ve onun hükümdarlığına boyun eğilerek dünyanın Dante’nin cehenneminden dahi daha kötü bir yer hâline geldiği fikrini şu aforizmalarıyla oldukça net bir biçimde açıklamaktadır:

- ‘’Saatler ne kadar hoşça geçirilirse o kadar çabuk tükenir, ne kadar acıyla geçirilirse o ölçüde uzadıkça uzar, geçmek bilmez. Çünkü müspet mahiyete sahip olan şey zevk değil acıdır, onun bizzat mevcudiyeti kendisini hissettirir. Benzer şekilde eğlediğimizde değil, sıkıldığımızda zamanın farkına varırız.

Her iki durum da hayatımızın en mutlu anının varlığımızın en az farkına vardığımız an olduğunu kanıtlar. Demek ki ona hiç sahip olmasaydık daha da iyi olacaktı.’’ (Hayatın Anlamı, Schopenhauer. Say Yayınları, s.15)

- ‘’Hayatımızı, hiçliğin mutlu sessizliğinde nafile yere rahatsız edilen bir dilim olarak addedebiliriz.’’

— Arthur Schopenhauer, Parerga und Paralipomena

Bazı felsefe tarihçileri tarafından tahammülsüz, sert, tavizsiz bir filozof olarak gösterilen Schopenhauer’un ahlâk felsefesinin temelinde ‘’adâlet ve merhamet’’ kavramları bulunmaktadır. Bir köpeği kendine dost edinen filozof, insanların, istemenin reddiyle ve acıların paylaşılması yoluyla birbirlerini anlayabileceklerini, bir olabileceklerini söyler. Fakat bu tür insanların sayısının çok az olduğunu da belirten filozof ancak seçkinlerin hakikate yaklaşabileceğini belirtir. İnsanlığın en büyük düşmanı olarak gördüğü can sıkıntısını insanların birçoğunun kâğıt oyunlarıyla, dedikodularla, gereksiz lakırdılarla ve fitneciliği bir uğraş haline getirerek giderdiğini söyleyerek seçkin kişilerin kaderinin, yalnızlık olduğunu belirtir. Onun eserlerini okuduğunuzda en çok şikâyet ettiğin durumların başında kalabalıkların ve gürültünün geldiğini görmeniz mümkündür. Gürültüye karşı yoğun bir öfke ile dolu olan filozof kendini şöyle ifade eder:

Uzun zamandır şuna inanıyorum. İnsanın dayanabileceği gürültü miktarı ile zihinsel yetileri arasında bir ters orantı vardır. Kapıyı eliyle yavaşça kapatmak yerine gürültüyle çarpan bir insan yalnızca terbiyesiz değil; aynı zamanda bayağı ve dar görüşlüdür.

— Arthur Schopenhauer, Parerga und Paralipomena

Tüm bu kızgınlıklarına ve yalnızlığı bir hayat düstûru haline getirmesine rağmen büyük filozof başyapıtında insanlığa şu tutumu öğütler:

Neminem laede; imo omnmes, quantum potes, juva.

‘’Kimseye acı verme, edebildiğin kadar herkese yardım et.’’

Yetmiş iki yaşında evinde tek başınayken hayata gözlerini yuman Schopenhauer,; arkasında, ömrünü adadığı ve dört bir yanı dehâ ile kaplı bir felsefe ve ahlâk telakkisi bırakır. İnsanlığın şahit olduğu en çalışkan, dürüst ve üslûba hükmeden filozoflardan biri olan Schopenhauer, tıpkı öğütlediği gibi tüm mirasını Prusya askerlerinin dul eşlerine bırakarak ölümünden sonra da edebildiği kadar kişiye yardım etmiştir.

Söyleyeceği sözü eğip bükmeden söyleyen, üslûbunda tuhaf bir efsun olan; benim için büyük bir usta ve dâhi olan filozofu saygı, şükran ve minnetle anıyorum.

Arthur Schopenhauer’un Frankfurt’ta yer alan mezarına ait bir fotoğraf karesi. Kendisi, mezar taşında isminden başka hiçbir bilgi olmamasını vasiyet etmiştir.

Bu yazının, sesli hâli olarak nitelendirebileceğim videoya YouTube sayfamdan ulaşabilirsiniz:

--

--