Aydınlanma Hakkında Bir Deneme: Kant’ın Işığında
Daha evvel yazmış olduğum yazıda Kant’ın ahlâk felsefesi üzerine söylediklerini ve düşündüklerini aktarmıştım. Söz konusu yazıya buradan ulaşabilirsiniz. Bu yazıda ise kanaatimce düşüncelerinin daha büyük bir etki yarattığı ve Kant’ın tüm ihtişamıyla felsefesinin temeline aldığı aydınlanma hakkındaki düşüncelerini esas alarak aydınlanma kavramını ve aydınlanmanın temel ölçütlerini konu alacağım.
Aydınlanma Nedir?
Şüphesiz ki aydınlanma (İngilizce: enlightenment) adı verilen gelişme, bugünkü Batı dünyasını gerek teknolojik yönden gerek bilimsel yönden -ki bu ikisi ayrılmaz bir illiyet ile birbirine bağlılardır- en ileri noktaya taşıyan mefhumdur. Aydınlanma düşüncesi birçok filozofun fikrinde yer etmiş, öncelikle düşünce özgürlüğü yoluyla, monarşinin gücünün azaltılmasıyla, kilise egemenliğinin kırılmasıyla aydınlanmanın önü açılmıştır. İnkâr edilemez bir biçimde birçok filozofun ve düşünce adamının Batı’nın aydınlanma yoluyla ihyâ olmasındaki payı büyüktür. Lâkin bu filozoflar içinde Kant’ın bizler için oldukça önemli bir yeri vardır. Karl R. Popper ve felsefe tarihçilerinden bazıları, Kant’ı aydınlanmanın son savunucusu olarak göstermektedirler (Karl Popper, Daha İyi Bir Dünya Arayışı s.137). Lâkin bir grup filozof kendilerini onun takipçisi olarak göstererek onun düşünceleriyle bir hayli çelişkili ifadeler kullanmış, düşüncelerini temellendirmiş ve onu önder olarak kabul eden kendisine bir hayli zıt olan düşüncelerin mimarı olarak göstermişlerdir. Bunların başında Alman idealizminin fikir önderleri olan Schelling, Fichte ve Hegel gelmektedir. Bu durumun sonucu olarak belli bir grup, Alman idealizminin dolayısıyla da Aydınlanma karşıtlığı ekolünün fikir babası olarak da bu üçlünün takip ettiği Kant’ı göstermektedir. Tabii bu tutumun safsata olduğunu görmek için Kant’ın tek bir eserini okumak dahi yeterlidir. Özellikle Hegel, Aydınlanma’nın getirdiği serbestlik, negatif özgürlük gibi kavramlara karşı çıkarak bu karşı çıkışını bir hayli sağlam biçimde temellendirmiştir. Kant, bu üçlünün fikir babası olabilir elbette lâkin onun, Aydınlanma karşıtlığının fikir babası olduğunu söylemek zırvalıktır.
Diğer tarafta ise Schopenhauer yer almaktadır. Schopenhauer özellikle Aydınlanma’nın getirdiği iyimser dünya anlayışına ve egozimine saldırarak yola koyulur. Kanaatimce o, odasında bulundurduğu Kant büstü ile fikirlerini vücuda getiren, kendini Kant’ın iflah olmaz bir öğrencisi olarak gören ve gerçekten onun fikirleriyle beslenen, bizce büyük bir dehâdır. Her ne kadar daha sonra Kant’ın numenler ve fenomenler hakkında öne sürdüğü fikirleri yadsımış ve bir hayli sert biçimde eleştirmiş de olsa Kant’a olan saygısını, onun hakkında kurduğu cümlelerin ihtişamında hissetmemek mümkün değildir. Nitekim, bir filozofun fikirleriyle beslendiği kişinin görüşlerini yadsıması, ona muhkem eleştiriler getirmesi ve onu düşünceleriyle aşması fikrimce felsefenin en güzel yanlarından biridir. Tabii aynı zamanda bu, filozofun o kişiye ödemiş olduğu bir minnet borcudur da. Felsefede minnet borcu en güzel yönüyle bu şekilde ödenmektedir.
Schopenhauer, Hegel, Fichte ve Schelling üçlüsünü hemen her eserinde eleştirmekten geri durmamış, onları Almanya’nın düşünsel vebaları olarak nitelemiştir. Özellikle de Hegel’i hedef alan filozof Parerga und Paralipomena isimli eserinde onu ‘’birahaneci kılıklı herif’’ olarak betimlemekten de geri durmamıştır.
Batı’yı ve Batı dünyasını bir hayli etkileyen Immanuel Kant, ‘’Sapere Aude!’’ deyimiyle takipçilerini ve çağdaşlarını zihinlerini kullanmaya teşvik etmiş, fikirlerini ne pahasına olursa olsun açıklamaya çağırmıştır. Söz konusu deyimin yer aldığı ve ‘’Aydınlanma Nedir?’’ başlığıyla yayınladığı makalesini burada iktibas ederek, bizzat onun kaleminden aydınlanmanın tanımını sizlere sunmak istiyorum:
‘’Aydınlanma, insanın, kendi kendini mahkum ettiği ergin olmayıştan kurtulmasıdır. Ergin olmayış, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür, bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. ‘Sapare Aude! Kendi iradenle aklını kullanma yürekliliğini göster!’ aydınlanmanın parolası işte budur.’’
Immanuel Kant, bu ergin olmayıştan bahsederken aslında kendi hayatına bir vurgu yapmaktadır. Burada ilk olarak suçladığı özne kendisidir. Bu belki de felsefe tarihinin gördüğü en yürekli öz eleştirilerden biridir. Königsberg’de dünyaya gelen Kant, yoksul koşullarda ve dindar bir ailede ve çevrede kendisine sunulana koşulsuz itaat ederek yaşamın idâme ettirmiştir. Fakat bir süre sonra insanın ancak bilgi ile kendini bağımlılıktan kurtarabileceğini keşfetmiş, kendisine sunulan her şeyi sorgulama yürekliliği göstererek kendini bağımlılıktan kurtarmayı başarmıştır. Bu bağımsızlığın zevkini tadan Kant, hayatının ülküsünü ‘’bilgi ile kendini bağımlılıktan kurtarma’’ olarak belirlemiştir. Yazdığı denemelerde, makalelerde ve yaptığı konuşmalarda bu ülküsünü yaymaya ve felsefesinin mihrakı olarak sunmaya başlamıştır. İnsanlardan birçoğunun bu yürekliliği gösteremediğini fark eden Kant, genel itibarıyla insanların erginleşmemiş olarak kaldıklarını ve bundan da bir hayli mutlu olduklarını ifade etmiştir. Bunun sebeplerini de açık yüreklilikle ve korkusuzca mezhepçiliğin bir hayli gündemde olduğu bir dönemde ardı ardınca sıralamıştır. Dinî inancını ve hayat görüşünü kendi zihninin egemenliğinde yeniden inşa etmiştir.
Öncelikle diyor Kant, insanlar başkalarının sunduğu fikirlerle yaşamaya ve bunları benimsemeye teşnedirler zirâ, bu yolla insanlar, büyük bir külfetten kendilerini kurtarmaktadırlar. Araştırma, sorgulama, doğrulama, yanlışlama gibi bir hayli meşakkatli zihin işlerinden kendilerin muaf tutabilmektedirler. İnsanlar ‘’benim yerime düşünen bir kitap, vicdânımı belirleyen bir görevli, sağlığımı diri tutan bir doktorum oldukça bu külfetleri omuzlamama gerek kalmaz’’ anlayışıyla korkaklık ve tembellik göstermektedirler. Kant, tam bu noktada devreye girerek bu türlü düşünen insanların insan aklına, hüviyetine, onuruna en büyük ihaneti yaptıklarını söylemektedir. Bu insanlara şöyle seslenir:
Korkma, özgür ol ve diğerlerinin özgürlüğüne ve farklı oluşlarına saygı duy! Çünkü insan onurunun koşulu, özgürlük ve özerkliktir!
Bu düşünceleriyle insanları; zihinsel putlarını kırmaya, zihnen bağımsızlığa kavuşmaya, bütün o anlamsız ön yargılarından kurtulmaya çağırır Kant.
Nasıl ve Ne Zaman Aydınlanırız?
Kant’ın bahsettiği bu yürekliliği göstermek bizce de bir hayli zordur. Kendimize ve çevremiz baktığımızda ön yargıların, dogmaların, ananelerin, idollerin düşünsel hayatımızı kuşattığını görürüz esasen bu durum gayet tabiidir. Her toplum belli fikirler, kanaatler, dogmalar ile teşekkül eder ve hüviyet kazanır. Buna zerrece şüphe yoktur. Bizi ergin kılmayan şey ya da ergin olmayışa mahkûm eden şey aslında yine kendimizizdir. Bize sunulan bu hazır tarifleri sorgusuz sualsiz kabul etmek, hem onlara hem de kendimize yapabileceğimiz belki de en büyük ihanettir. Zira, sorgusuz sualsiz kabul ettiğimiz her fikir, dogma, kanaat onu yeterince anlamadığımızı ve ona gerekli değeri vermediğimiz gösterir. Onu savunurken yalnızca bize sunulan belli kalıplar ışığında savunur, ona yönelik en küçük eleştiride de küplere bineriz. Kendimize ihanetimiz ise bize sunulan en mükemmel armağan olan aklı, onu kullanmayarak ondan nasipsiz bir hayat sürmemizdir. Biz onu korumadıkça aklımız da bizi korumayacaktır. Bunun tersi de doğrudur.
Bu korkaklık ve tembellik ile hayatını süren insanlar belki de bugün, geçmiş yüzyıllarda yaşayan insanlara nispetle çok daha suçlu bir konumdadırlar. Bilgi çağında, bilgiden kaçmak gerçekten de artık zor bir iştir. Etrafımızda çeşitli metalar aracılığıyla sürekli bir bilgi bombardımanına tutuluyoruz. Fakat kaçımız bu bilgilerin gerçekliğini yeterince sorguluyoruz? O fikir, bizim zihnimizdekiyle uyuşuyorsa kaçımız onu, zihin süzgecine tâbi tutmadan desteklemekten geri duruyoruz? Aslında en büyük putumuzun, kendi fikirlerimizin olduğunun farkına vardığımızda, bizler de evvelâ kendi içimizde daha sonra toplum olarak bu aydınlanmayı yaşayacağız. Şüphesiz, doğruyu bulmak pek kolay iş değildir. Hatta bunun tek bir yolu olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. İnsanlar, yalnızca kendi hatalarından yeni tecrübeler ve kanaatler edinebilirler. Kendimize yeri geldiğinde, hata yaptığımızı itiraf edebilmeliyiz, kendi fikirlerimizle özdeşlik kurmaktan ziyade gerektiğinde ondan uzaklaşmamızın sağlıklı bir zihinsel yaşam için elzem olduğunun farkına varabilmeliyiz. Bize çelişkili gelen, kabul edemeyeceğimiz her düşünce kadar kendi düşüncelerimizi de aynı derecede hoyrat biçimde eleştirmeyi öğrenmeliyiz. Zira düşüncelerin yanlış olması, onların dağları deviremeyeceği anlamına gelmez. Devirdiğimiz dağın insanlığın ve kendi başımıza yıkılmaması için zihnimizdeki her elmayı çürük addederek onları büyük bir sorgulama kafesine almamız gerekir. Ancak ve ancak bu şekilde fikirlerimiz sağlam temellere oturtarak onları samimi ve sarsılmaz bir mahiyette savunabiliriz.
Bedenlerimizi başkalarına teslim etmek kadar zihinlerimizi başkalarının boyunduruğuna, yetkesine teslim etmek de bir kölelik biçimidir. Bugün hemen her insan bedensel köleliğe karşı çıkarken iş zihinsel köleliğe geldiğinde bu insanlardan birçoğu pek de şikâyetçi olmamaktadır. Kendi zihnimizi özgür kılmak, onu geliştirmek ve her daim hakikati aramak yaşamımıza katabileceğimiz en güzel anlamlardan biridir. Hayatın anlamını, İskender’in aynasında, ab-ı hayat ve benzerlerinde aramak yerine kedimiz inşa etmeliyiz. Hayata anlam katabilecek yegâne şeyin kendimiz olduğunun farkına varmalı, her düşünceye, farklılığa saygı duyarak bilmeye cesaret etmeliyiz. Öyle zannediyorum ki aydınlanma yalnızca bu şekilde mümkün olacaktır.
Şimdilik sorgulamanın, akletmenin ve hürriyetin zevki ile kalınız…
Diğer Yazılarım:
- Bir Talebe, Bir Öğretmen: Nietzsche ve Schopenhauer
- Mutsuzluğun İmkânsızlığı: Stoa Felsefesi ve İçsel Huzur
- Ölümün Doğurduğu Adam: Michel de Montaigne
- Jean-Jacques Rousseau: Toplum Sözleşmesi, Ütopya ve Dönüşüm
- Yerleşik Ahlâka Balyoz Darbeleri: Friedrich Nietzsche
- Platon: İdeâl Devlet, İdeâl Cemiyet ve İdeâl İnsana Bir Bakış
- Bir Başka Filozof: Arthur Schopenhauer
- Diyojen’in Hocası Antisthenes ve Kinik Okulu
- Sadeliğin, Yalnızlığın Kutsallığı: Diyojen
- İdea’lleri Olan Büyük Filozof: Platon
- Eudaimonia: Aristoteles’e Göre Kişisel Mutluluk
- Bir Vâzife Olarak Ahlâk: Immanuel Kant
- Münzevînin Sığınağı: Yalnızlık
- Stoacılık: Köleden İmparatora Uzanan Felsefe -1
- İnsan Neden Boyun Eğer: Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev (Etienne de La Boétie)
- Bir Kişilik Ödünlemesi: Irkçılık
- Spinoza’nın Tanrısı
- Felsefeye Giriş Yapmak İsteyenlere Naçizane Bir Rehber, Kitap Önerileri
- Jean-Jacques Rousseau: Meczupluk ve Dâhilik Arasında Bir Yaşam-1
- Felsefe Ahmaklık Mıdır?
- Aydınlanma Hakkında Bir Deneme: Kant’ın Işığında
- Akıllı İnsan Hipotezi: Ön Yargı
- Modern Dünyanın Putları: Irk, Kan ve Toprak
- Friedrich Nietzsche: Tanrı’nın Ölümü ve Üstinsan (Übermencsh) Felsefesi
- ‘’Sapere Aude!’’: Bilmeye Cesaret Et!
- Elvedâ Çürük Elmalar: Felsefenin Gücü
- Filozofça Ölmek: Boethius