Ölümün Doğurduğu Adam: Michel de Montaigne

Efe Salihoğlu
8 min readJan 1, 2021

İnsan, kendini anlamadan bir başkasını anlayabilir mi? Kendi içindeki insanı keşfetmeyen bir varlık, başkalarının içindeki insanı tanıyabilir mi? Bu sorulara cevabı hayır olan birisi, bundan takriben beş yüz yıl evvel bir yola girdi. Çağdaşları, anılarında başarılarını sıralarlarken, kurgusal kahramanlık hikâyeleri yaratıp şiirlerle aşklarını haykırırken o; işe kendinden başladı, kendini anlatmayla…

Blog Yazarlarının Atası

Michel Eyquem de Montaigne (1533–1592), Fransa’nın Perigord bölgesinde soylu bir aileye mensup bir birey olarak dünyaya geldi. Belediye başkanlığından, devlet memurluğuna, sulh hâkimliğine kadar birçok mesleği tecrübe etti. Tüm bunları yaparken bir ilaç, bir iletişim cihazı, bir araç icat etmedi, onun kafasında bir soru vardı yalnızca: ‘’Nasıl yaşamalı?’’ Bu soruya cevap verebilmek için bir tür icat etti: Essais (deneme). Yaşamayı bir gereklilik olarak ele almıyor; nasıl yaşanmalı, doğru yaşam nedir, iyi nedir, kötü nedir gibi sorulardan ziyâde ölümün olduğu bir dünyada, bizi her an içine çekebilecek hiçlik bulutlarının arasında insan nasıl var olabilir, sorusu kurcalıyordu zihninin derinlerini.

Ölüm, ona daima pek yakın olmuştu. Henüz doğmadan ardında iki ölü kardeş bırakmıştı, altı çocuğundan yalnızca biri hayatta kalmıştı, çok sevdiği dostunu Etienne de La Boétie’yi* vebadan kaybetmişti, hayatta kalmayı başaran kardeşini ise bir spor müsabakasında beklenmedik bir anda yitirmişti. Ölüm, onun için pek de soyut sayılmazdı. Şöyle sormuştu kendine:

*Etienne de La Boétie hakkında kaleme aldığım bir yazıya buradan ulaşabilirsiniz.

‘’Bu kadar kesif ve olağan emsaller gözümüzün önünde dururken, bizi yakamızdan sımsıkı kavramış olan ölümden zihnimizi nasıl kurtarabiliriz?’’

Bu içeriğe YouTube sayfamdan da ulaşabilirsiniz:

Baruch Spinoza (1632–1677)

Zihninden ölüm korkusu hiç gitmiyor, bu düşüncenin etkisinden kurtulamıyordu. Sonunda kendince bir ‘’çözüm’’ bulmuştu, Spinoza’nın vardığı bir sonuca varmıştı o da Spinoza şöyle diyordu: ‘’Hür insanın en az düşündüğü şey ölümdür; onun felsefesi ölüm üzerine değil, yaşam üzerine bir tefekkürdür.’’ Söylediğim gibi Montaigne de benzer bir düşünceye varmıştı: ‘’Ölüm’’ diyordu, ‘’yaşamımızın sonuna doğru bizi bulacak olan bir şeydir, onun için endişelenecek pek de bir şey yoktur, zaman harcamaya değmez.’’ Bu cümlelerinin hemen ardından ölümle burun buruna gelir: Bir yolculuğu sırasında uşaklarından birinin tuhaf bir saflığı sebebiyle at arabası sert bir darbe alır ve Montaigne metrelerce yerlerde sürüklenir. O anı, Denemelerinde şöyle aktarır bizlere:*

‘’… öyle ki at yere serilmiş, ben on adım ötede sırtüstü, yüzüm yara bere içinde, elimden fırlayan kılıcım on adım ötede üstüm başım paramparça, kımıltısız kütük gibi kalakalmışım.’’

*Montaigne bu hatırayı hiç unutmamak için bu olaya şahitlik eden uşaklarına, olay anını defalarca anlattırmıştır.

Uşaklarının yardımıyla derhâl ikâmet ettiği şatoya getirilen Montaigne’in bilinci yerindeydi. Etrafı zor görüyor, ışık süzmelerinden ibaret olan nesneleri algılamakta güçlük çekerken edilgen bir teslimiyete de bırakmıyordu kendini. Vücudundaki acıları hissetmiyor, sakinliğini koruyordu:

‘’Canımın dudaklarımın ucunda tutunduğunu sanıyordum; ona yardım etmek için gözlerimi kapıyor, onu dışarı ittiğimi sanıyor, kendimi bırakmaktan, uyuşmaktan büyük zevk duyuyordum. Ruhumda yüzen yumuşak, zarif bir hayâldi ama aslında rahatsızlık şöyle dursun, uykuya dalmak üzereyken hissedilen o tatlı huzur vardı bunda.’’

Ölümle; kardeşinin, en yakın dostunun ve bu olaydan sonra kaybedeceği birçok evladının can vermeleriyle dolaylı olarak tanışan Montaigne için bu anın önemi bambaşkaydı. Gerçek anlamda ölümü tecrübe ettiğine o kadar inanmıştı ki kendisine verilen ilaçları dahi reddediyor, bu tatlı huzura teslim olmak istiyordu. Ölümün böylesi pek çekiciydi zirâ. Korkulacak, ağlanacak, hüzünlenecek bir yanı da yoktu üstelik; süzülüp gitmesi için izin verecekti ruhuna, o kadar işte. Bilincini yavaş yavaş kaybetmiş ancak iki üç saat sonra kendine gelebilmişti. Bu bilinç kaybı o denli hoşuna gitmişti ki ilerleyen zamanlarda ölüm tecrübesini unutmamak için uşaklarından birini, gece vaktinde, uykusunun en derin anında kendisini uyandırması için görevlendirmişti.

Kendine geldiğinde derin acılar içinde uyandı, vücudunun her zerresindeki acı, beynine hücum ediyor, iniltileri dev şatosunda yankılanıyordu. O anda karar vermişti Montaigne: Yaşam, ölümden daha zordur. Ölüm, bilinçten ne kadar uzaktaysa yaşam o kadar yakındı ona. Odaklanmak, tüm dikkatini yaşamaya vermek yaşama ideâlinin olmazsa olmazlarıydı; yaşamın içindeki her şey, ölümden daha gerçekti.

Bu acı tecrübeden sonra Montaigne, kendini tam anlamıyla şatosuna kapatır. Otuz sekiz yaşındayken şatosunda kurduğu kütüphanenin duvarına, şunlar yazılıdır:

1571 senesi, Michel de Montaigne, otuz sekiz yaşında. Meclisteki köleliğinden ve memuriyetinden bıkmış, sapasağlam bir biçimde kitaplarına kavuşuyor ve geri kalan günlerini orada, sükûnet içinde geçirmeye karar kılıyor.

Montaigne’in Şatosu Dordogne, Fransa Fotoğraf Kaynağı: visitfrenchwine.com

Ölmek, vazgeçmeyi; yaşamak ise tüm dikkatinle tutunmayı bilmekti. Bunun bilincine vardığında büsbütün kendine yönelmiş, bilinç akışı yöntemiyle 1572 yılında Denemelerini yazmaya başlamıştı. O kadar samimi bir üslûba ve yer yer o kadar detaycı bir anlatıma sahiptir ki tek sevdiği meyvenin kavun olmasından, bir topal kadınla ilişkiye girmenin ne denli zevk verebileceğinin tecrübesine kadar her şeyi anlatır bize. Bir ders vermek, doğru yolu göstermek, edebî kudretini sunmak gibi bir niyeti yoktur, tam anlamıyla kendi doğasını sorgulamaya yönelmiştir. Kendini olduğu gibi görüyor, bilincini sorguluyor, yaşadıklarını anlatıyordu yalnızca. Şatosunun duvarına yazdırdığı, büyük trajedi şairi Euripides’e ait bir söz ise daima zihninin köşesinde duruyordu:

‘’Kendinizi nasıl büyük görebiliyorsunuz? Gelen ilk talihsizlikle tam anlamıyla bir hiç olacakken.’’

Hiçbir ölüm Boetié’nin ölümü kadar sarsmamıştı onu, hemen her şeye kayıtsız kalabileceğini söylerken haksız değildir. Stoacı ve Epikürcü özdeyişlerle terbiye etmişti zihnini ve fakat dostunun ölümüne göğüs germesine hiçbiri destek olamamıştı. Bu felâketin ardından Yalnızlık Üzerine isimli denemesinde şöyle karalamıştı kâğıda:

‘’İnsanın, eşi, çocukları, eğer şanslıysa malları ve her şeyden önemlisi sağlığı olmalı. Her ne olursa olsun mutluluğumuzu bunların hiçbirine bağlamamamız elzemdir. Dükkânımızın arkasında sadece bize ait bir oda olmalı. Oradaki her şey bize ait olmalı; konuşmamız kendimizin olmalı, kendimizle olmalı, öyle özel olmalı ki dış dünya ile görüşme, bir iletişim orada yer bulmasın. Eğer sevdiklerimizi ve mallarımızı ansızın yitirecek olursak onlarsız da yapabileceğimiz yeni bir deneyim olsun, bizim için.’’

Bu sorgulama o kadar derindi ki Montaigne’in kuşkuculuğunun Pyrrhoncuların dahi ilerisinde olduğunu söyleyebiliriz. Denemeleri okurken sürekli olarak ‘’öyle sanıyorum ki, herhâlde, ben böyle düşünüyorum, sanırım…’’ gibi mütevazı ifadelerle karşılaşırız. Montaigne’e göre hiçbir şey kesin değildir, hiçbir şeyden emin olamayız zirâ duyularımız, her an bizi yanıltmaktadır; zihnimiz her an değişmektedir. Ufak bir alkol kullanımında dahi az önceki ben ile şimdiki ben arasında büyük bir fark oluşmaktadır. O hâlde duyularımıza nasıl itaatkâr olabiliriz? Hayvanların duyularından birçoğu bizim duyularımıza göre daha gelişmiş ve daha keskindirler. Peki, bir hayvanın değil de ‘’ben’’im dünyayı doğru olarak algıladığımı nasıl bilebilirim?

Sâhi, Hayvanlardan Daha Yukarıda Olduğumuzu Nereden Çıkardınız?

Montaigne, kendinden sonraki yüzyılın büyük düşünürü olarak görülecek olan Descartes’ın tam zıddı düşüncelere sahipti. Descartes’a göre hayvanlar, mekanik yapıya sahip birer robotturlar. Üremeye, uyumaya, dışkılamaya, yemeye, avlanmaya programlanmışlardır ve bunun gereğini yerine getirmektedirler. Etkileşim, hayal görme, düşünme gibi türlü şeyler onlardan çok uzaktadır. Bunun aksini iddia etmek de tam anlamıyla bir deliliktir.

Montaigne’e göreyse hayvanlar da tıpkı insanlar gibi sosyal örgütlere, belli bir zekâya sahip, rüya görebilen, duygulanan varlıklardı. Bizim Tanrı’ya onlardan yakın olduğumuzu kim söyleyebilirdi ki? Bunu neye göre hak ediyorduk? Denemelerde, kedisiyle oynadığını belirten yazar, aslında kedinin mi kendisiyle yoksa kendisinin mi kediyle oynadığından şüphe duyduğunu söyler. Bizi birbirimizden farklı kılan tek şey, dünyayı algılama biçimimizdir, diyordu.

‘’Bütün varlıklar bu dünyayı paylaşmaktadır ve bu dünya, bütün varlıkların yurdudur.’’

Üç yüzyıl sonra hemen her profesyonel filozofu eleştiri yağmuruna tutan, balyozuyla felsefe yapan Nietzsche, Montaigne’i takdir etmekten geri durmaz. Onun, bu öz farkındalığını ve hayvanlarla olan bazı ortak güdülerimizi gün yüzüne çıkarmasını pek önemser. Montaigne için ‘’ruhların en hür olanı ve en kudretlisi’’ ifadelerini kullanır. Eğitimci Olarak Schopenhauer kitabında da Schopenhauer’u Montaigne’den sonraki en samimi filozof olarak nitelendirir. Nietzsche için Montaigne, hasret duyulan hayatı yaşamıştı: ‘’Böyle bir adamın yazmış olması, bu dünyada yaşamamın sevincini artırdı.’’

Nietzsche, haklıydı. Montaigne’i okuduğunuzda yaşama sevinciniz artar, onun tarafsız, özgür ve her şeyden öte samimi üslûbunda mutlaka kendinizden bir şeyler bulursunuz. Bazen o denli hassas bir insanla karşılaşırsınız ki okuduğunuz sayfada duraklayıp düşünmeye yönlenirsiniz. Bir ata binerken dahi ‘’acaba at mı beni kullansa’’ diyebilecek kadar derin bir hassasiyettir bu.

‘’Tüm bunlar söylenmemiş olsa bile, bizi sadece yaşamı ve duyguları olan hayvanlara değil, ayrıca ağaçlara, tüm bitkilere bağlayan bir saygı, genel bir insanlık görevi vardır. İnsanlara adalet borcumuz var: Diğer varlıklara da anlayacakları iyilik ve incelik borcumuz var. Onlarla aramızda bir tür alışveriş ve karşılıklı görev var.’’

Tüm canlılara olan bu bağımızdan kopamayacağımızı ve ona uygun yaşamamız gerektiğini söyleyen düşünür, aynı zamanda yalnızlığı da çok önemser. Onun penceresinden yalnızlık, adeta insanın kendine olan bir borcudur ve bunu her daim ödemeye hazır olmalıdır. Denemelerin çoğu yerinde ‘’arriere boutique’’ ifadesini kullanır yani dükkânın arka odası. Az evvelki alıntıyı hatırlayalım:

‘’İnsanın eşi, çocukları, malları her şeyin üstünde sağlığı olmalı. Bununla beraber, mutluluğumuz onlara bağlı olacak kadar da bağımlı olmamalıyız. Dükkânımızın arkasında yalnız bizim için bir odamız olmalı, orada gerçek özgürlüğümüzü sağlamalıyız.’’

Evinde, kendine ait bir yeri olmayan, takdiri başkalarında, dışsal şeylerde arayan kişileri acınası varlıklar olarak niteleyen düşünür, gerçekten yalnız kalabilmek için kendi üzerimizde güç kazanmamız gerektiğini vurgular. O, yalnızlığını Stoacı, Septik ve Epikürcü filozoflarla paylaşır, kütüphanesinin duvarlarını bu filozofların sözleriyle süsler. Büsbütün bu dertleşmeler, yalnızlıklar, sorgulamalar, tecrübeler olanca çıplaklığıyla Denemelerde nefes alırlar. Onun eseri o zamana kadar görülmemiş bir üslûpta, o kadar hayata yakın, o kadar gerçekçi ve o kadar içtendi ki yüzyıllar boyunca birçok düşünüre ilham kaynağı olmuştu. Her insan gibi seveni ve sevmeyeni olmuştu elbette fakat onu okuyanların birçoğu, eserde mutlaka kendilerine ait bir şeyler bulduklarını söylüyorlardı. Her şeyi eleştirilebilirdi: Dini sorgulamanın dışında bırakması, gereksiz ayrıntılara yer vermesi, konuyla başlığın uyuşmaması vesaire. Eleştirilemeyen tek noktası ise yazılarına hâkim olan samimiyet ve doğallıktı. İçe dönük gözlem tekniğiyle yazılan bu eserde her birimiz hâlâ kendimize ait birçok şey bulabiliyoruz. Çağlar öncesinden bizlere seslenen bir düşünürün varoluş kaygılarını, inançlarını, ümitlerini, acılarını en hakiki biçimde hissediyor ve zihnimizde kurguluyoruz. Onun da Terentius’tan alıntı yaptığı sözün haklılığı bir kez daha yüzümüze çarpıyor:

‘’İnsanım ve insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir’’

1592 yılında Montaigne, böbrek sancılarına tutulmuştu, hastalığı ilerlemiş, iltihap boğazlarına kadar yayılmıştı. Tüm vücudu şiş içindeydi. Soluk almakta yaşadığı güçlük son bulmuş, son nefesini de vermişti. Kalbi Saint Michel Kilisesi’ne kondu. Kalpsiz bedeni son olarak 1594 yılında ebedî istirahati için bir lahide yerleştirilmiş olsa da türlü olaylar sebebiyle Montaigne’in cesedi, çeşitli restorasyonlar ve siyasî olaylar sonucunda farklı yerlere taşınmak zorunda kalmıştı. Son olarak gerçek bir istirahate kavuşan Montaigne’in kemikleri, 1886 yılında bugünkü yerine, Bordeaux’ta bulunan d’Aquitaine Müzesi’ne taşınmıştır.

Montaige’in Mezarı — Musée d’Aquitaine. (Fotoğraf, musee-aquitaine-bordeaux.fr’den alınmıştır).

Ben de kendi adıma, dünya vatandaşı olabilmenin engin düşüncesine varabilmiş; bu samimi, her daim canlı ve dürüst düşünürü ancak ve ancak insanlık görevinin bilincine varabilmiş büyük insanların varabileceği şu muazzam cümleleriyle yâd ediyorum:

‘’Bütün insanları hemşehrim sayıyorum. Bir Polonyalıyı tıpkı bir Fransız gibi kucaklıyorum. Dünya ile akrabalığımı kendi milletimle akrabalığımdan üstün tutuyorum. Doğduğum yerin pek o kadar heveslisi değilim. Kendi düşüncemle vardığım yeni bilgiler bana, sırf tesadüflerle edindiğim hazır ve gelişigüzel bilgilerden daha değerli gelir. Kendi kazandığımız temiz dostluklar nerede, iklim ve kan dolayısıyla bağlı olduğumuz dostluklar nerede!’’

Işıklar içinde…

Şimdilik düşüncenin, fikrin, hürriyetin güzelliğiyle kalınız efendim, başka yazılarda görüşmek dileğiyle; sevgi ve hürmet ile.

Kaynaklar:

Montaigne, Denemeler (4 Cilt), Say Yayınları
The Autobiography of Michel de Montaigne, Marvin Lowenthal (Ed.)

Diğer Yazılarım:

--

--