o

Tanrı, Kötülüğe Neden ‘’Dur!’’ Demiyor: Kötülük Problemi ve Teodise

Efe Salihoğlu
17 min readJun 29, 2024

Aristoteles; akletme becerisinin, insanın, tanrısallıktan aldığı en büyük pay olduğunu ve akla uygun olarak sürdürülen bir yaşamın erdemli yaşama eş değer olduğunu belirtir. Bizce de insanı insan yapan ve diğer varlıklardan ayıran en önemli vasıf, insanoğlunun bilince dayalı farkındalık düzeyinin nispeten bir hayli yüksek olmasıdır. Bu bilinç kimilerine göre insana bahşedilmiş en önemli armağanken kimilerine göre ise bu dünyadaki sancılarımızın baş müsebbibidir. Nitekim büyük filozof Arthur Schopenhauer (1788–1860) ‘’İnsanın acısı öyle bir acıdır ki bilgilendikçe daha da artar.’’ ifadelerini kullanırken pek haklıdır.

Gözlerini sebebini bilmediği bir varoluşa açar insan. Körpe zihni bir hamur gibi şekillendirilerek kıskıvrak yakalanır ve bu sebep; sosyal çevresi-ailesi tarafından dinî, ideolojik, fikrî öğretiler yoluyla altın tepside sunulur ona. Kimileri ömürlerini bu tepside hazır buldukları öğretileri bir gün olsun sorgulamadan tamamlarken kimileri de ömür boyu belli soruların peşine takılırlar. Genel itibarıyla ilk durumdakiler huzurun, uyumun, dahil olmanın peşindeyken ikinci durumdaki insanlar hakikatin peşinde olanlardır. Bu hakikate yönelik en önemli sorulardan biri de ‘’Ben nasıl var oldum?’’ sorusudur şüphesiz. Soruya karşılık verilen en maruf yanıtlardan biri de ‘’Seni var eden bir yaratıcı var var, o murat ettiği için sen var oldun.’’ cevabıdır. Tabiî bu cevap kendi içinde birçok soruyu da beraberinde getirir. ‘’Peki, o hâlde Tanrı’nın kendisi nasıl var oldu?’’, ‘’Tanrı’nın mahiyeti nedir?’’, ‘’Tanrı biricik midir?’’ vb. birçok alt sorunun cevabını aramaya koyulur insan.

Biz de bu yazıda, bu sorulardan birini hatta belki de en önemlilerinden birini antropolojik ve felsefî açıdan incelemeye çalışacağız:

‘’Tanrı varsa neden bunca zulüm ve acı var?’’ Tabiî burada ele alacağımız tanrı kavramı, teizmin tanrı anlayışına dayalı olacaktır. Zira Pan gibi gücünü yitirmiş bir mitolojik bir tanrı ya da disteistlerin inandığı hâlihazırda kötü olan bir tanrı anlayışının, bu yazının konusu olamayacağı ya da bu soruya muhatap olamayacağı aşikârdır.

Dolayısıyla sorgulamamızın konusu; felsefî teizmde sonsuz kudret sahibi olduğu, her şeyi bildiği, gördüğü, işittiği ve takdir ettiğine, adâlet, inayet ve hayır sahibi olduğuna inanılan aşkın Tanrı olacaktır. Dinî literatürde karşımıza semitik tanrı anlayışı olarak çıkan bu duruş; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam gibi üç büyük İbrahimî dinin odağında yer almaktadır.

Kötülük Problemi ve Teodise

İnsanlık tarihinde yukarıda bahsi geçen soru binlerce insanın kafasını elbette ki karıştırmıştır fakat kötülük problemi mantığa dayalı olarak formülleştiren ilk ismin, ünlü filozof Epikür (MÖ 341–270) olduğu söylenir.

MS 3. yüzyılda yaşamış olan kilise babası Lucius Lactantius bu formülleştirmeyi bizlere şöyle aktarır:

  • Tanrı kötülükleri ortadan kaldırmak istiyor fakat kaldıramıyorsa bu durumda güçsüzdür ki bu Tanrı ile uyuşmaz.
  • Ortadan kaldırma gücü vardır fakat kaldırmak istemiyorsa bu durumda Tanrı kötü niyetlidir ki bu da Tanrı ile uyuşmaz.
  • Hem ortadan kaldırmak istemiyor hem de kaldıramıyorsa hem kötü niyetlidir hem güçsüzdür ki bu da Tanrı ile uyuşmaz.
  • Ortadan kaldırmayı istiyor ve kaldırabiliyorsa tanrıdır ki yalnızca bu, Tanrı ile uyuşur.

Peki bu hâlde kötülüklerin kaynağı ne olur? Yahut Tanrı, kötülükleri niçin ortadan kaldırmamaktadır?

Epikür (MÖ 341–270)

Tabiî bu problem Epikür’ün ardından -özellikle Hume- farklı biçimlerde de ele alınmış ve sorgulanmıştır. Zirâ Hume, Doğal Din Üstüne Söyleşiler isimli eserinde, Epikür’ün bu sorusunun hâlâ ciddi bir cevaba ihtiyacı olduğunu belirmiştir (s. 165). Netice itibarıyla hem teizme karşı duranlar hem de teizm savunucuları tarafından bir hayli irdelenen bir konudur kötülük problemi. Teizm karşıtları, mutlak güç ve iyilik sahibi bir tanrı anlayışıyla dünyada var olan kötülükler arasında bir uyumsuzluk gördükleri için eserlerinde, savunmalarında bu problemi bir hayli fazla kullanmışlardır.

‘’İşine geliyorsa kardeşim!’’ zihniyetinde olmayan birçok teist filozof ve teolog da bu probleme birtakım açıklamalar getirmeye gayret göstermişlerdir.

Kötülük

Teolojide kötülük kavramı genel itibarıyla iki büyük kategoride incelenir fakat Leibniz’in kullandığı ‘’metafiziksel kötülük’’ kavramı vardır ki bunu da ayrı bir başlıkta incelemek faydalı olacaktır.

Bu kavramlara kuşbakışı bir göz atalım:

Doğal (tabiî) kötülük, insanî eylemlerden bağımsız olarak doğada kendiliğinden ortaya çıkan kötülükleri ifade eder: sel, heyelan, kasırga, doğuştan gelen hastalıklar, genetik bozukluklar vb.

Ahlâkî (moral) kötülük kavramı insanî eylemler sonucunda ortaya çıkan kötülükleri tanımlar. Bu kötülükler ancak ve ancak özgür iradeye sahip bir insanın, iradesini kötüye kullanması neticesinde var olabilirler. Kısacası bu kötülüklerin faili ‘’özgür insan’’dır. Tabiî burada insanın ne kadar özgür olabildiği sorusu belirir ki bu bizi Kant’a kadar götürür. Bu noktada objektifliğimizden biraz ödün vermek suretiyle konuyu inançlı bir insanın gözüyle değerlendirip yeterince özgür olduğumuz varsayımına göre devam edeceğiz.

Metafiziksel kötülük, Leibniz tarafından tanımlanan bu üçüncü kategori, içinde bir ‘’zorunluluk’’ barındırır. Filozofa göre dünya mükemmel değildir zirâ ortada bir sonluluk varsa bir mükemmellikten söz edemeyiz dolayısıyla sonluluğun içindeki varlıkların da yetkinliğinden söz etmek mümkün değildir. Netice itibarıyla bu eksiklikler gereği ‘’metafiziksel kötülük’’ zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır. Özetle metafiziksel kötülüğün dünyada bir mükemmellik bulun(a)mamasının bir sonucu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Leibniz açısından ahlâkî ve doğal kötülüklerin de kaynağı metafiziksel kötülüktür.

Teodise

Genel bir tanım bize kâfi geleceğinden teodise kavramına öz bir bakış atmak faydalı olacaktır. Teodise kelimesinin etimolojisini araştırdığımızda bu kavramın, Grekçede Tanrı (theous) ve adalet (dike) anlamına gelen iki kelimenin birleşiminden oluştuğunu görürüz. Bu, görece yeni kavramın keşfi, yukarıda da sıkça adı geçen ünlü Alman filozof Gottfried Leibniz’e atfedilir.

Gottfried Leibniz (1646–1716)

Her neyse buraları geçelim, kısa bir tanım yapmak gerekirse teodise, kadir-i mutlak bir Tanrı’nın sınırsız iyilik ve adaletiyle evrendeki zulüm ve kötülükleri uzlaştırma girişimidir. Anlayacağınız üzere teodise, kötülük problemine çözüm üretmeyi amaçlayan bir teşebbüstür.

Teizm karşıtları ‘’Kardeş, sizin Tanrı’nız merhamet sahibi, yarattığı mahlûkları da pek seven bir yaratıcı değil mi? E, burayı neden bir cennete çevirmedi o zaman?’’ minvalinde sorularla geldikçe teodise, din felsefesinde bir hayli önemli bir kavram olarak yer edinmiştir kendine.

Batı tarihine teodise kavramı üzerinden baktığımızda karşımıza ilk ve en önemli isimler olarak Irenaeus (130–202) ve Augustinus (354–430) çıkmaktadırlar. Onların ardından Aquinas, Luther, Calvin, Leibniz vb. gibi birçok teolog ve filozof bu teşebbüse yönelen isimlerdir. Çağdaş anlamda ise özellikle Alvin Plantinga (1932-) benimsemiş olduğu Augustinusçu bakış açısıyla dikkate fazlasıyla değer bir isimdir fakat Plantinga gibi birkaç teist teodiseye bir yönüyle karşı çıkmaktadırlar. Plantinga ‘’God, Freedom and Evil’’ isimli eserinde şöyle yazar:

‘’Belki de Tanrı gerçekten iyi bir nedene sahiptir ve bu neden, bizim idrak edemeyeceğimiz kadar karmaşıktır.’’

Bu ifadenin toplumumuzdaki yansıması: ‘’Vardır bir hikmeti!’’dir.

Gözümüzü Doğu’ya çevirdiğimizde İslam düşünürlerinin Kur’an-ı Kerim’den aldıkları cevaplar ile kötülük problemine yönelik merkezî bir bakış geliştirdiklerini görürüz. Bu anlamda kötülüğün cezalandırma ve imtihan gibi iki amaçla Tanrı tarafından var edildiği az çok farklı görüşlerle birlikte benimsenmiştir. İslam düşünürlerinin genel itibarıyla var olan kötülüğü; tanrısal bir iyiliğe hizmet etmesi, iyiliğe nazaran daha az olması, insanın hikmetini göremeyeceği, iradenin kötüye kullanılması, çekilen acının mükâfatına fazlasıyla değeceği gibi temel görüşler etrafında açıkladıkları da dikkat çekmektedir.

Kökenleri Platon’a kadar dayanan ve Doğu dünyasında Eş’ari geleneğinde kendisine yer bulan ‘’Leyse fi’l-imkân ebde’ min-mâ kân’’ (imkân dairesindeki en kusursuz âlem, mevcuttan daha iyisinin olamayacağı) olarak ifade edilen görüşün Gazali tarafından da benimsendiğini görürüz ki bu tartışma 19. yüzyıla kadar ateşli bir şekilde devam eder.

12. yüzyılda St. Thomas, 17. yüzyılda ise Leibniz bu fikri savunmuştur. Hatta tüm bunlardan önce Stoacı filozoflar bu evrenin, olabilecek en mükemmel evren olduğunu kanıtlamaya gayret göstermişlerdir.
Bu görüşle ilgili tartışmalar o denli uzundur ki birçok doktora tezinin de ana konusu olmuştur.

Bu noktada kısa bir tarihine göz attığımız ve birçok düşünürün fikir sunduğu bu konuyu, iki kültürün soru ve cevaplarını ortak bir başlıkta toplayarak sunmaya gayret göstereceğim.

İtiraz ve Savunma

Kötülük problemine yönelik iddia ve savunmalara geçmeden evvel belirtmem gerekir ki bu problem; din felsefesinde, teolojide çok geniş bir biçimde tartışılmıştır. Birçok düşünürün, kelamcının, filozofun farklı farklı iddiaları ve savunmaları olmuştur. Takdir edersiniz ki burada her birini ele almam olanaksız olacaktır. Ben burada genel itibarıyla ortak itiraz ve savunmaları ele alarak yazıya bir sınır koymaya çalışacağım.

Kötülük probleminin içeriğine baktığımızda karşımıza mantıksal, delilci ve varoluşsal olmak üzere üç tür problem kaynağı çıktığını görmekteyiz: varoluşsal, mantıksal ve delilci kötülük problemi. Biz burada daha genel ve kapsayıcı oldukları için iki probleme (mantıksal ve delilci) yöneleceğiz.

Mantıksal (logical) kötülük problemine göre teolojik kabullerde temel akıl yürütme kuralları açısından birtakım sorunlar vardır. Çok basit bir örnek verelim:

Tanrı’nın gücü sınırsızdır.
Tanrı mutlak iyidir.
Tanrı’nın yarattığı dünyada kötülükler vardır.

Bu önermelere bakıldığında mantıksal kötülük problemini savunanlara göre bir tutarsızlık vardır. Yalnızca içeriği açıklamak için bu örneği verdiğimi söylemek isterim. Tabiî ki bu görüşe zıt fikirler bir hayli geliştirilmiş ve bu ifadelerin tutarsız ya da çelişik olmadığı belirtilmiştir. (Klasik mantığa göre bu ifadeler gerçekten de çelişik değildirler.)

Delilci kötülük probleminin ise Tanrı’nın yokluğunun ya da varlığının mantıksal olarak gösterilmeyeceğini kabul ederek onun varlığının makul, kabul edilebilir olmayan bir seçenek olduğunu vurgulamaktadır. Bu iddia da dış dünyada duyumsanan somut kötülük olgusuna dayandırılmaktadır. Kısaca söyleyebiliriz ki bu versiyona göre dünya o kadar kabul edilemez, sineye çekilemez acılarla ve zulümlerle doludur ki hiç de sonsuz iyilik sahibi bir Tanrı’nın eseri olarak görülmemektedir.

Bu yazıda bu problemleri ayrı ayrı irdelemek yerine genel itibarıyla din-düşünce tarihinde yapılan itirazları ve savunmaları ele almaya çalışacağım. Bu kompozisyonda teizm düşüncesine katılmayanlar (ateist fikir, deist fikir, agnostik fikir, disteist fikir, panteist fikir) itiraz tarafını temsil ederken teistik düşünceye sahip olanlar savunma tarafını temsil edeceklerdir.

İtiraz: Teistlerin iddia ettiği gibi Tanrı hem çok güçlü hem de sonsuz merhamet sahibiyse yarattığı bu dünyada neden bu kadar fazla kötülük var? İyi bir insanı ‘’iyi’’ olarak tanımlayabilmemiz için kötülüklere müdahale ediyor olması gerekmez mi? Gözlerinin önünde bir mazluma zulmedildiğini gören birisi hiçbir müdahale etmeden yalnızca olayı gözlemlemekle yetiniyorsa ona her şeye rağmen ‘’iyi’’ diyebilir miyiz? Netice itibarıyla iyi bir kimse yapabildiği müddetçe kötülükleri daima ortadan kaldırmak isteyecektir, Tanrı’nın gücü de iyiliği de sınırsız olduğuna göre kötülüklerin tamamının ortadan kalkması gerekmez mi?

David Hume bu soruyu şu şekilde formülleştirir:

‘’Şurası gayet açıktır ki ‘iyi’ bir varlık, gücü yettiği ölçüde, zıttı olan ‘kötü’yü ortadan kaldırmaya çalışır. Eğer bu varlık, ‘iyi’ ve mutlak güç sahibiyse onun gücünün dışında kalan bir şey olamaz. Tanrı’nın gücü her şeye yettiğine göre, isteseydi, kötülüğü tamamen ortadan kaldırabilirdi. Ancak, ne yazık ki, kötülük vardır; ortadan kaldırılmamıştır. O hâlde, ya Tanrı’nın gücü sınırlıdır (mutlak kudret sahibi değildir) ya tam anlamıyla ‘iyi’ değildir ya da evrende bu kadar kötülüğün bulunduğunu bilmiyordur.’’ (Hume, Doğal Din Üstüne Söyleşiler, Kültür Bakanlığı s. G173).

Kısa bir not: Savunmalara geçmeden evvel yapılan savunmalardan birçok filozofta ve düşünürde benzer şekliyle karşılaştıklarımı üç büyük dinin temsilcilerinin de benzer argümanları kullandıkları teodiseleri kullanacağımı belirtmek isterim.

Alvin Plantinga

Savunma: Bu itiraza yönelik dikkate değer savunmalardan birini çağdaş filozof Alvin Plantinga geliştirmiştir. Yukarıda öne sürülen önermeler zorunlu olarak doğru olmak zorunda değildirler. Kadir-i mutlak bir tanrı anlayışında dahi bazı iyiliklerin ortaya çıkabilmesi için bir nebze kötülüğe ihtiyaç duyulabilmektedir. Buna basit bir örnek verelim: Avustralya’da zaman zaman balinaların kıyıya vurduğunu biliriz. Bunların bazıları telef olurken bazıları merhamet sahibi insanlar tarafından el birliğiyle kurtarılmakta ve yurtları olan okyanusa geri bırakılmaktadırlar. Plantinga’ya göre bu tür kahramanlıkların ortaya çıkabilmesi için bazı telef olmalar, bazı acılar ya da felaketler zorunlu olarak var olmalıdırlar.

Gazali de bu hususta şöyle söyler: ‘’Noksan olmaksızın kemâlin kıymetini bilinemez.’’ Ona göre iyiye ve kötüye dair bilgimiz, ancak bu karşıtlık sayesinde ortaya çıkabilir. Kötülüğün varlığı yalnızca bunun için gerekli değildir, aynı zamanda insanda birtakım manevî özelliklerin ortaya çıkması için de gereklidir. İnsan şükretmeyi ancak acılar, felaketler sayesinde öğrenebilir; bir başkasının başına gelen kötülükler diğerine oldukça önemli bir ders olur. Gazali açısından içinde iyilik barındırmayan tek bir kötülük dahi yoktur. Her kötülük bir iyiliğe gebedir. Hatta genel itibarıyla kötülükler, şekil değiştirmiş iyiliklerdir. Nihai olarak da bu ilke geçerlidir: Bu dünyadaki tüm acılar ahiretteki sonsuz huzura gebedirler.

‘’Dünyadaki acı ve ızdıraplar da insanların daha büyük iyiliklere ulaşmaları için gerekli olan tebdil-i kıyafet içindeki iyiliklerdir.

Gazali, el- Maksadü’l-Esna s. 132

Plantinga ile çağdaş sayılabilecek bir isim olan Murtaza Mutahhari de benzer bir görüşü savunmaktadır. Mutahhari’ye göre de iyiliğin karşıtı olarak kötülük gereklidir. Bu dünya, karşıtlıklar üzerine kuruludur. Nereye bakarsak bakalım bu gerçek derhâl yüzümüze çarpmaktadır. Tabii bu düşünce birçoğumuzun da bildiği gibi kadim bir düşüncedir. Gerek Antik Yunan filozoflarında gerekse Doğu dünyasının filozoflarında sıklıkla karşımıza ‘’tezatlık ilkesi’’ çıkmaktadır.

Teizm karşıtı soru: Peki ama tezatlık ilkesini burada kullanmak Tanrı’yı sınırlandıran bir şey değil midir? O hâlde Tanrı, tezatlık ilkesi olmadan bir dünya yaratamaz mıydı? Ya da yaratmadığını varsayarsak kötülüğün bu kadar şiddetli ve sık olması gerekli miydi? Bir ya da on tane kusurlu birey, hayvan yaratılmış olması insanın istenilen şeyi idrak etmesi için kâfi olmaz mıydı? Hem bunu iddia edenler gibi Tanrı’nın kusursuz olduğunu kusurlu bir Tanrı’ya ihtiyaç olmadan bilebiliyorsak diğer varlıkların kusursuz hâllerini neden tasavvur edemeyelim?

Bu noktada daha radikal bir görüşe başvurmak yerinde olacaktır. Augustinus Hristiyanlığa ait ‘’İlk Günah’’, ‘’Düşüş’’ doktrinlerini kullanarak bu sorulara karşı cevaplar geliştirir. Ona göre yaşadığımız dünyadaki tüm felaketler, hastalıklar, doğal afetler, zulümler bize verilmiş adil bir cezadır. Ona göre yeryüzündeki tabiî kötülüklerin birçoğu şeytan ve şeytanî varlıkların ürünüdür.

Not: Plantinga, Augustinus’un bu görüşünün doğru olmasa da ‘’imkân dahilinde’’ olduğunu vurgulayarak mutlak iyi ve sonsuz kudret sahibi bir Tanrı anlayışı ile evrendeki kötülüklerin çelişmezliğini vurgulamaya çalışır.

Aziz Augustinus

Augustinus’un bu teodisesindeki argümanların ahlâkî kötülüklere bir cevap olduğunu varsaysak dahi tabiî kötülükleri açıklamakta bir hayli yetersiz kaldığını görürüz. Zira doğal afetler insanlık ortada yokken de meydana geliyor hatta en şedit şekliyle vuku buluyorlardı. Augustinus’un yaşadığı yılları baz alırsak insan öncesi dönemden pek de haberdar olmadığını bilebiliriz. Bu noktada kendi dönemi için iyi bir argümanmış gibi gözükse de mevcut bilgimizde pek yetersiz kaldığını görmekteyiz.

İtiraz: Bu dünyanın gerçekten bir cezalandırma, imtihan dünyası olduğunu varsaysak bile kötülük var olmadan bunların tamamı yapılamaz mıydı? Bir nebze kötülüğü ‘’evet’’leyecek dahi olsak dünyada var olan kötülüklerin hudutsuz olduğunu fark ederiz. Her an çeşitli afetlerden, zulümlerden dolayı şurada burada yüzlerce insan can vermektedir. Hadi insanlar alemi için bu varsayımların tamamını kabul ettik diyelim, hayvanlar alemi birbirini yiyerek ayakta kalmaktadır. Aynı durum mikro ölçekteki canlılar için de geçerlidir. Türünün devamını sağlayabilmek amacıyla kendi yavrularını öldüren birçok hayvan mevcuttur. Diğer taraftan doğada öyle acımasız bir rekabet vardır ki birçok hayvan da ayakta kalabilmek için bir diğerinin yavrularını öldürmek zorunda kalmaktadır.

Devamında bir teizm karşıtı herhâlde şöyle konuşacaktır:

‘’Hadi bunlara da bir bahane buldunuz diyelim, Afrika’daki siyahî bebeklerin gayet rahat sayılabilen kemikleri için ne diyeceksiniz? Bu da sonsuz merhamet sahibi Tanrı’nın kullarına reva gördüğü bir durum mudur? Yoksa sizin deyiminizle ‘’bir nebze’’ kötülük müdür?’’

Savunma: Son itirazdan başlamak gerekirse teizm yanlılarının cevabını bir kişi, şu şekilde dile getirebilir:

‘’Yeterli beslenme hususunda yapılan araştırmalara göre insanlar, oldukça aşırı bir tüketim yapsalar dahi dünyada yiyecek tedariki konusunda hiçbir sıkıntı yaşanmayacaktır. Yeryüzü herkese yetecek kadar nimetle donatılmıştır. Siz bunların sorumlusu olarak berbat yönetimleri, gaddar bürokratları, savaşları, sermaye biriktirip tamamını kendi yararına kullanan insanlık hainlerini, bir lirasını dahi diğerlerine ayırmayan özgür iradeli insanları değil de Tanrı’yı suçlayacaksınız, kusura bakmayın ama burada gayet yanlı bir bakış olduğunu söyleyebiliriz!

Dünya servetinin %60'ından fazlası 2 bin küsur kişinin elindeyken, dünyanın en zengin yirmi iki kişisi Afrika’daki tüm kadınlardan daha fazla varlığa sahipken o kemiklerin sayılmasında hâlâ Tanrı’yı mı suçlu görüyorsunuz? Yoksa Tanrı’nın özgür irade bahşettiği bu insanlık hainlerini mi?’’

Bu savunmayı bir nebze kabul edebilmemiz için özgür iradenin insana bahşedildiğini kabul etmemiz gerektiğini hatırlatalım. Bu konuya bu yazıda girmeyeceğim zira bir hayli konumuzdan sapmış oluruz. Ancak bir insanın eylemlerinden ötürü sorumlu tutulabilmesi için ‘’tam anlamıyla’’ özgür iradeye sahip olması gerekir. %1 dahi olsa iradesi dışında gelişen bir olaydan sorumlu tutulması pek âdil olmayacaktır.

Diğer taraftan birçok teizm savunucusu ‘’bitmemiş resim’’ argümanını kullanmakta tereddüt etmez: ‘’Nasıl ki bitmemiş bir resme bakarak sanatçı hakkında hüküm vermemiz yanlışsa gittikçe daha kusursuz hâle gelip gelmeyeceğini bilemeyeceğimiz bir eser hakkında hüküm vermemiz de pek sağlıklı değildir.’’

Öte yandan Tanrı’nın nihai amacını bilemeyeceğimiz için insanî ölçütlere göre onu yargılamamızın da doğru bir tutum olmadığını savunurlar. Aynı zamanda tüm bu kötülük argümanlarının tamamen psikolojik ve çevresel olduğunu da belirtirler. Örneğin dünyada deprem, sel, heyelan vb. birçok felaketin gerçekleşmediği yerlerin, gerçekleştiği yerlere göre çok daha fazla olduğunu söylerler. Küçük bir çerçeveden bakılarak söylenen ‘’Çok fazla kötülük var.’’ ifadesinin hem ölçüt açısından hem de objektiflik açısından bir hayli sıkıntılı olduğunu göstermeye çalışırlar.

Hayvanların ise insandan çok daha farklı ve az duygulanım, bilinç düzeyine sahip olduklarını savunurlar. (Descartes bu durumu abartarak hayvanların tamamen robotik mekanizmalar olduklarını yazar.) Dolayısıyla onlar acıyı çok daha az ve anlık olarak tecrübe etmektedirler. Belki de hiç etmemektedirler, belki de hiçbir şey dışarıdan görüldüğü gibi değildir; bunun bilinemeyeceğini belirtirler. Aynı zamanda acının hayvan için bir alarm vazifesi gördüğünü ve hayatta kalabilmesi için gerekli olduğunu da eklerler. Eğer acı olmasaydı, korku gibi duygular da ortaya çıkmayacaktı. Bu durumda da yakınındaki bir aslanı fark eden bir ceylan, ahmak gibi otlamaya devam edecekti. Kısa vadede zararlıymış gibi görünen pek çok şeyin o tür için uzun vadede oldukça faydalı sonuçlar ortaya çıkardığını savunurlar.

‘’Epistemik acizlik’’ adı verilen bir argüman da teizm yanlıların bu konudaki kalelerinden biridir. Bu argümana göre insanoğlu teknolojide, bilimde, felsefede ne kadar ilerlerse ilerlesin sahip olduğu bilgi, tanrısal açıdan bakıldığında çok komik ve aciz bir hâldedir. İnsanın, sahip olduğu bu bilgiyle tanrısal olanı yargılaması da beyhude bir çabadır. Bu beyhude çabaya giriştiğindeyse kendince varacağı sonuçların birçoğu hatalı, eksik ya da tutarsız olacaktır. Bu argümanı çok basit ve öz bir örnek ile açıklayalım: İlerlemiş bir kangren tedavisini dışarıdan izleyen biri, doktorun; hastanın ayak parmaklarını, ayağını ya da tüm alt bacağını kestiğine tanık olacaktır. İlerlemiş bir kangrenin tedavisinin ancak bu şekilde olacağını bilmediğinden doktorun yaptığı şeyi ‘’kötü’’ ya da ‘’zalimce’’ olarak değerlendirecektir. Bu argümanı savunanlar, tıpkı örnekte olduğu gibi bazı insanların (teizm karşıtları) da Tanrı’nın amacını bilmeden ve tanrısal kattaki birçok bilgiden yoksun olarak Tanrı’yı yargılamakla büyük bir hataya düştüklerini salık vermektedirler. Bu hususta gerek İslâm düşünürleri gerekse Hristiyan teologları kendi kutsal kitaplarından örnekler vermektedirler:

Hani, Rabb’in meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler. Allah da “Ben sizin bilmediğinizi bilirim!” demişti. (Bakara, 30; Diyanet İşleri Meali)

Sevgili kardeşlerim, şunu unutmayın ki Rabb’in gözünde bir gün, bin yıl; bin yıl, bir gün gibidir. Bazılarının düşündüğü gibi Rab vaadini yerine getirmekte gecikmez; ama size karşı sabrediyor. Çünkü kimsenin mahvolmasını istemiyor, herkesin tövbe etmesini istiyor. (2. Petrus 3:9)

Tanrı, insana kâinatın bütün sırlarını sunmamış, ona sınırlı bir yargılama gücü vermiştir. Epistemik acizlik argümanı açısından, bu sınırlı akıl ve yargılama gücüyle sınırsız olanın adeta bir sınava tâbi tutulması abesle iştigal etmektir.

Teizm karşıtını konuşturmaya devam edelim:

İtiraz: ‘’Büyük acılar çekmemiş insanların ‘’Bunların hepsi imtihan, mükâfatını alacağız, sabredelim.’’ demesi elbette kolaydır. Onların, bir robot olmak yerine, özgür iradeli varlıklar olmayı yeğleyeceklerini söylemeleri de kabul edilebilir. Peki ya tüm ailesiyle birlikte Hitler’in fırınlarında pişirilmiş bir insana bunu sorsaydık acaba ne derdi? Çocuğu gözlerinin önünde, doğal bir yangında küle dönen anneye bu varoluşun gerekliliğini sorsak acaba bize ne derdi? Tabiî bu soruları sormadan önce bu insanların içinden zihinleri henüz körpeyken işlenen o kadir-i mutlak Tanrı korkusunu almamız gerekir. Aksi takdirde verecekleri cevap hem kendilerine hem de bize karşı pek de samimi olmayacaktır.

Bir Nazi kampına yazıldığı söylenen şu yazı sizce haksız sebeplere mi dayanmaktadır:

‘Wenn es einen gott gibt muß er mich um verzeihung bitten.’’ (Eğer bir Tanrı varsa onu bağışlamam için af dilemeli.’

Ya da Voltaire’in Lizbon Felaketi Üzerine Şiir’inden alınan şu dörtlük haksız mıdır:

Kibir miydi bağıran “Ey Tanrı’m bana yardım et! diye.
Acıyın şu insanın sefaletine, ey Tanrı!”
Ama “her şey iyidir” diyorsunuz ve “her şey gerekli”
Nasıl yani?
Daha mı kötüydü tüm evren,
Bu cehennem çukuru Lizbon’u yutmadan?
[2]

Bu sefalete düşmüş insanlara sonsuz iyilik sahibi bir Tanrı neden yardım etmez? Zira sizler, Tanrı’nın evrene sürekli müdahale ettiğini savunuyorsunuz. Hatta bir zamanlar mucizeler gösterdiğini de savunanlar sizlersiniz! Peki o hâlde bir zamanlar suyu şaraba dönüştüren, denizleri ikiye ayıran Tanrı, şimdi neden sessiz kalıyor? Bu kullarını diğerlerinden daha mı az seviyor yoksa? Onlara daha mı az kıymet veriyor? Bir depremde taşın altında ezilen bebek oradan sağ çıktığında ‘’Şükürler olsun sana Tanrı’m!’’ derken hemen yanında kafası paramparça olmuş bir bebeği gördüğünüzde neden bu konuda Tanrı’yı suçlamaktan imtina ediyorsunuz?

Sizin Tanrı’ya olan saygınız salt korkudan mı ibaret yoksa?’’

Savunma: Augustinus’tan, İhvan-ı Safâ’ya, Farabi’ye, İbn-i Sina’ya, İbn-i Rüşd’e, St. Thomas’a ve John Calvin’e kadar birçok düşünür bu itiraza karşı, kökenlerini Platon’da ve Yeni Platonculukta bulan ‘’iyiliğin yokluğu olarak kötülük’’ savunmasına başvurur.

Bu düşünceye göre Tanrı evreni iyi bir amaç uğruna yaratmıştır ve dokunulmadığı, bozulmadığı müddetçe her şey kendinde iyidir. Buradan hareketle de kötülüğün kendi başına bir varlığı olmadığı belirtilir; o, ancak karşıtı olan iyiliğin yokluğunda ortaya çıkan bir şeydir.

‘’Kötülüğün dinamik bir nedeni yoktur. O ancak ve ancak yoksunluk sonucu ortaya çıkar.’’

Leibniz, Monadoloji

Bu alemin büyüklüğü ve sonsuzluğu göz önünde alındığında evrendeki kötülük son derece arızî ve göreceli bir şeydir. İbn-i Sina bu hususta ‘’Alemdeki var olan kötülük ancak ve ancak gül ağacındaki bir diken gibidir.’’ ifadelerini kullanır. Kötülük dediğimiz şeyler aslında iyiye hizmet eden, evrenin nihai amacına ulaşması için çok cüz’i miktarda ‘’varmış gibi’’ görünen şeylerdir. Örneği bir volkanın patlamasını insan ‘’kötü’’ olarak yorumluyor diye bu olayın kendi başına kötü olduğu anlamına gelmez. Bugün yeryüzündeki en verimli toprakların varlığını bu volkanlara borçluyuz. Nihai amaç iyilik olduğu için evrende ‘’kötülük’’ olarak adlandırabileceğimiz şeyler bir hayli azdır.

Tabiî bu gibi görüşlerin yanında Mu’tezile gibi dinî anlayışlar kötülüğün çoğunun, insan davranışlarına bağlı olduğunu kabul ederken fiziksel kötülüklerin de Tanrı tarafından gönderildiklerini kabul ediyordu. Bu gibi akımların temel savunusu şöyleydi: Tanrı, nihai anlamda bizim yararımıza olacak şeylerin gerçekleşebilmesi için bazı kötülüklere izin vermektedir. Ancak bunların telafisini ahirette misliyle vereceğini de biz kullarına iletmiştir. Tanrı’nın bakış açısından incelediğimizde bir nokta kadar dahi değeri olmayan bir anda, bazı acılara katlanmamız bizim yararımıza olacaktır.

Kur’an-ı Kerim’de bu husus destekleyen birçok ayetler de kanıt olarak sunuluyordu:

‘’Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.’’ (Enbiya, 35; Diyanet İşleri Meali)

‘’Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele!’’ (Bakara, 155; Diyanet İşleri Meali)

Hem Kur’an ayetleri hem de diğer kutsal kitaplardaki ayetler incelendiğinde insanoğlunun bu dünyadan evvel başka bir âlemde var olduğu görülmektedir. Burada insanın yaptığı bir hata, onun bu eksiklikler alemine gönderilmesine sebep olmuştur. Kovulduğumuz bu evrene dönmek ve orada tekrar huzur bulabilmek için bu dünyadaki imtihandan başarıyla geçmemiz gerekmektedir.

Bu görüş üç büyük dinde de kendine yer bulur. Hristiyanlıkta ‘’Düşüş Doktrini’’ olarak ifade bulan bu geleneksel teodiseye göre Tanrı, insanı günahsız olarak yaratmış ve tüm kötülüklerden azâde bir dünyaya yerleştirmiştir fakat insan, bu rahatlığı ve kendisine verilen iradeyi kötüye kullanarak günaha düşmüştür. İnsanlardan bazıları Tanrı’nın lütfuyla kurtarılacakken bazıları ise ebedî cezaya mahkûm edileceklerdir. Hristiyanlık inancına göre burada Tanrı’nın adâletinin yansıması en kusursuz şekilde görülmektedir.

Her ne kadar farklı yorumları da olsa bu anlatı Kur’an ayetlerinde de karşımıza çıkmaktadır:

Dediler ki: “Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz. Allah dedi ki: “Birbirinizin düşmanı olarak inin (oradan). Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır. Allah dedi ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.” (A’râf, 23–25; Diyanet İşleri Meali)

Irenaeus (130–202)

Nitekim Irenaeusçu teori de Tanrı’nın amacının insanlara bu dünyada kusursuz bir hayat sunmak olmadığını söyler. Bu dünya insanlar için adeta ‘’ruh-yapma (soul-macking)’’ yeridir. Özgür irade bahşedilmiş bu varlıklar ancak ve ancak buradaki zorluklara göğüs gererek, onlarla mücadele ederek ebedî hayatın mirasçısı olma hakkına kavuşabileceklerdir. İnsan burada daima bir gelişim içerisinde olacağından hiçbir acının, kötülüğün olmadığı bir dünya insanın gelişimine de hizmet etmeyecektir. Haz insan ruhunu atıl kılarken acılar insanın gelişimine hizmet eder.

Acının ve zorlukların insanın gelişimi için gerekli olduğunu vurgulayanlar yalnızca bu isimler değildir elbette. Hristiyanlığa en vurucu eleştirileri yapan, değerlerin sonsuz rölatvisti Nietzsche de ünlü Alman teolog Meister Eckhart’ın şu sözünü paylaşır:

‘’Seni mükemmelliğe en hızlı biçimde ulaştıracak şey acı çekmektir.’’

İyi bir teist şu argümanı da öne sürmekten çekinmeyecektir:

‘’Sonsuz hazlarla ve mutlak adâletle dolu bir dünya için zamanın sonsuzluğunda bir göz kırpmasından dahi ibaret olmayacak şu anda birazcık acıya katlanmaya değmez mi? Bir ‘’hiçlik ve yok oluş’’ fikrine göre bu fikir çok daha iyi değil midir?’’

Hem kutsal kitaplar da Tanrı bunu müjdelemiyor mu insanlığa:

‘’Onların gözlerinden bütün yaşları silecek. Artık ölüm olmayacak. Artık ne yas, ne ağlayış, ne de ızdırap olacak. (Vahiy, 21:4)

‘’Gerçekten bu Kur’an en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan mü’minler için büyük bir mükâfat olduğunu ve ahirete inanmayanlar için elem dolu bir azap hazırladığımızı müjdeler.’’ (İsra, 9; Diyanet İşleri Meali)

Teizm karşıtı bir bireyin ise şöyle bir cevap vermesi muhtemeldir:

‘’Bir şeyin ‘’daha iyi’’ olması onun gerçek olduğu anlamına gelmez. Bu dünyada öyle acılar var ki hiçbir ödülün onu telafi edemeyeceğini düşünüyorum. Elimde olmayan genetik gibi birçok faktör davranışlarım üzerinde bir hayli etkiliyken özgür iradenin büyük bir sorun olduğunu düşünüyorum. Ayrıca var olup olmayacağım bana baştan sorulsaydı belki o zaman bir nebze adâletten bahsedebilirdik. Gerçi sorulduğunu söyleyen inançlar da yok değil ya, neyse!’’

Sonuç

Netice itibarıyla diyebiliriz ki gerek felsefî gerekse teolojik açıdan kötülük problemi herkesi tatmin edecek düzeyde çözülebilecek bir sorun olarak gözükmemektedir. İnsanlık tarihi boyunca tartışılacak bir konu olmaya devam edecek ve ilgi çekiciliğini hiçbir zaman kaybetmeyecektir. Bu yazıda yalnızca sorulan soru ve cevapların ufak bir kısmını sizlere sunabildim. Bu konunun en önemli alt dallarından bir olan ‘’özgür irade’’ tartışması vardır ki o da en az kötülük problemi kadar ciddi bir problemdir. İleride bu konuyu da ele almayı düşünüyorum. Yazının fazlaca uzun olmaması için birçok teodiseyi ele alamadım.

Bu gibi problemlerin tartışmaya açık olması ve tartışılabilir olması bizce çok kıymetlidir. Her iki tarafın düşünürlerine de şahsen minnettar olduğumu belirtmek isterim. Bize farklı bakış açıları kazandıran ve bağnazlıkta boğmayan her insana sonsuz hürmet ederek yazıyı sonlandırmak isterim. Bertrand Russell’ın da dediği gibi:

‘’Ateşli bir şekilde savunulan görüşler asla iyi bir temele dayanmayan görüşlerdir; gerçekten de şiddetli duygusallık, görüş sahibinin rasyonel kanıtlardan yoksun olduğunun bir göstergesidir.’’

Şimdilik düşüncenin, fikrin, hürriyetin güzelliğiyle kalınız, başka yazılarda görüşmek dileği ve sevgi, hürmetle; esen kalınız.

--

--

Responses (1)